21. yüzyılın ilk çeyreği biterken adına u y g a r l ı k denen bu ne idüğü belirsiz yaşama biçimi insanın en büyük düşmanıdır. Sözde uygarlığın sözde özgürlükçü felsefesi  p o s t m o d e r n i z m s e  her şeyi, üstelik evrensel olarak iyi diye bildiğimiz her şeyi hâlâ, yarar ve mutluluk adına yerle yeksan etmeye devam ediyor.

Nietzsche’nin 19. yüzyıl Avrupa uygarlığını tanımlarken kullandığı terim olan  a h l â k î  d e k a d a n s  ve onun sonucu ortaya çıkan, o zamandan beri bedenimizin bütün hücrelerine kanser gibi yayılmakta olan  n i h i l i z m ,  20. yüzyılda büyük felaketlere neden olmuş olan  f a ş i z m i n  yerini çoktan aldı. Ama herkes bu dehşeti yalnızca kendi kişisinde hissettiği için yaşananın global bir çöküş olduğunun pek de farkında değil.

Sigmund Freud 20. yüzyıl başında temeline libido teorisini yerleştirdiği psikanalizi kurarken, kendisi de Viktoryen ahlâkın etkisi altında kıvranan bir orta Avrupa kentsoylusu olarak, kadınların ve dolayısıyla erkeklerin cinselliklerini doğal ve ihtiyaçlarıyla arzularını yeteri kadar doyuracak şekilde yaşayamıyor olmalarından yola çıkmıştı. Günümüzde insanın cinselliğini az yaşamak ya da yaşayamamak gibi bir sorunu yok. Sözde akıl sahibi varlıklar olan biz insanların bugün içinde bulunduğumuz tehlike, hayatın her alanında sürekli maruz kalıyor olduğumuz, artık globalleşmiş olan ağır bir  d e ğ e r l e r  e r o z y o n u d u r .

Metnin başında andığımız postmodernizmin yol açtığı değerler kaybı, ahlâkî çöküş, etiğin akla gelebilecek her alanda gözden düşmesi ve gereksiz görülmesi nedeniyle insan teki artık bugününü nasıl yaşayacağını, yarınını nasıl şekillendireceğini bilemediği bir belirsizlik içinde, ne yapacağını şaşırmış halde telaşla savrulup duruyor. 21. yüzyılın başındaki bizce en büyük tehlike bir zamandır sözü edilen değerlerin yitiminin yol açtığı, gittikçe büyüyen bir  i ç s e l  b o ş l u k  duygusudur.

Tüm bunların sonucuysa, bireysel ve toplumsal düzlemde yaşanan kronikleşmiş bir  n a r s i s t i k  d e p r e s y o n  ve ona eşlik eden derin bir  v a r o l u ş s a l  a n k s i y e t e d i r .  Evrensel değerleri sıkı sıkıya benimsemiş bir etiğin ve hiçbir dini inanca yaslanmayan seküler bir ahlâkın yeniden inşası hem  p s i k o t e r a p i n i n  hem de  s o s y o t e r a p i n i n  günümüzdeki en acil görevidir. Günümüzün, kişisel yararı ve mutluluğu merkezine almış, ayrıca ulaşılması gereken bireysel bir hedef olarak da belirlemiş ve benimsemiş olan, sözde ideolojik bir tarafsızlıkla eyleyen bütün psikoterapi ekolleri, insanı zehirlemekten ve onu kendi ruhsal yapısı içinde hapsetmekten başka bir şey yap -a-mamaktadırlar.

Bu tuzaktan kurtulmanın yolu, üst başlık olarak  k l i n i k  f e l s e f e  dediğimiz, acil bir bilimsel paradigma değişikliğinden geçiyor:  O n t o l o j i k  bir  p s i k i y a t r i ,  etik ve değer felsefesi temelli bir psikoterapi, antropolojik bir sosyoloji ve hümanist bir sinirbilim.

İnsanın hayatta kalabilmesi ve Homo sapiens sapiensin bu kadar erken yeryüzünden silinmemesi için izlenmesi gereken yol budur. Kim olursak olalım, hangi inanca, hangi dünya görüşüne sahip olursak olalım bu küçücük gezegende var olmaya huzurla devam edebilmek için üzerinde anlaşabileceğimiz  m ü ş t e r e k l e r  hâlâ var.

Olmayacaksa, zaten doğa kendi işini kendi görecek ve bizi yaşam sahnesinden kısa sürede silecektir.

Alper Hasanoğlu