“Hayat bir sokak köpeğinin başıboş dolaşmasıdır.“ der Garip akımının en uzun yaşayan şairi Melih Cevdet Anday.

Yedikule İstanbul’un en eski ve yoksul semtlerinden biridir. Sokaklarında yaz boyu bağırış çağırış içinde onlarca çocuk oynar ve boz renkli müflis sokak köpekleri de apartman ve otomobil gölgelerinde uyuklamaya çalışır. O sokak köpekleri gün dönmeye başlayıp da güneş altında kaldıklarında uyuşuk bir şekilde ayaklanıp başka bir gölge ararlar. O gölge en yakındaki diğer apartmanın ya da başka bir arabanın gölgesidir. Çift kale maç yapan çocukların arasından diğer gölgeye ulaşmaya çalışırken sokağa dalan bir arabanın kornasıyla yönlerini değiştirip başka bir gölgeye yöneldiklerinde hayatlarında aslında hiçbir şey değişmez. O gölgeyle bu gölge arasında temelde bir fark yoktur.

Aslında biz insanların ulaşmaya çalıştıkları gölgeler arasında da fark yoktur ama ben entelektüel hayvan, hayatı bensiz ve benim yönlendirmem olmadan düşünmeye tahammül edemiyorum, çünkü ölüm henüz benim katlanabileceğim bir şey değil.

Halbuki Melih Cevdet Anday’ın dediği gibi, aslında ‘Hayatın bütün zorluğu çok basit olmasında’.

“Cânân ki Degüstasyon’a gelmez

Balık Pazarı’na hiç gelmez.”

Bu kısacık şiir Garip şiirinin en ünlü ve en erken ölen şairi Orhan Veli Kanık’ın. Garip şiiri eskinin süslü şiirine bir tepki olarak da doğmuştur bir bakıma. Bu üç genç şair şiiri sokağa düşürmeye çalışmışlardır. Yukarıdaki şiir de Ahmet Haşim’in bir şiiriyle dalga geçerken yazılmış iki dizedir.

“Canan ki gündüzleri gelmez

Akşam görünür hav(u)z üzerinde.”

der Havuz şiirinde Ahmet Haşim. Köşkünn bahçesinden Balık Pazarı’na çağırır Orhan Veli Canan’ı. Ama gelmeyeceğini de bilir.

Yine Ahmet Haşim’in “Göllerde bu dem bir kamış olsam” dizesine atfen “Rakı şişesinde balık olsam” demişti şair. 14 Kasım 1950’de 36 yaşında Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşüp iki gün sonra beyin kanamasından öldüğünde medeni durumu yıllar önce askerliğinde yazdığı gibiydi: “Çok âşık oldum. Hiç evlenmedim.”

Şimdi Zülfü Livaneli’nin o çok güzel bestesiyle Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” şiirini dinlesek ve Oktay Rıfat’a kulak versek:

“Kötü yazıyorum bile bile

tutkuların renginde.”

Aynı zamanda bir ressamdı Oktay Rıfat. Belki de bundan, yalnızca onun şiiridir bu üçlünün arasında bir tablo gibi duvara asabileceğiniz dizeler barındıran. Örneğin o kısacık ‘Bir Kız’ şiiri:

“Gittikçe beyazlaşan entarisi

Bulutsu ve uzak

Alacakaranlığında akşamın.”

Bir gazeteci bayana âşık olur Melih Cevdet. Tesadüf bu ya Çetin Altan da aynı kızı sevmektedir. Bir dost evinde birkaç kadeh içtikten sonra yerlerde yuvarlanarak kavga ettikleri söylenir bu gazeteci bayan için.

Ne kavganın sonunu biliyorum, ne de gazeteci bayanın kimi tercih ettiğini. Ama Melih Cevdet’in Nurullah Ataç’ı bir şiirini beğenmeyip eleştirdiği için Cumhuriyet Meyhanesi’nden kıçına tekme atarak kovduğunu biliyorum.

Cumhuriyet’te yazardı Melih Cevdet. Öztürkçe kelimelerin çokça kullanıldığı yıllardı. Yazılarına düşün yazısı adı verilirdi. Şairlerin şiirlerini okudukları etkinliklere de şiir dinletisi. Böyle dinletilerden birinde bir okuru yaklaşmıştı Melih Cevdet’e  ve: “Sizin düşün yazılarınızı da büyük keyifle okuyorum,” demişti. Melih Cevdet’in yanıtı benim için hayatım boyunca sahip olmam gereken tevazuyu anlatıyordu: “Estağfurullah. Hayatımda ya bir ya da iki kere düşünmüşümdür. Diğer söylediklerim başkalarının söylediklerini tekrar etmekten ibaretti.”

O günlerde yaşamak isterdim. Sait Faik’in Burgaz Ada’da balık tuttuğu, Nazım’ın Piraye’ye şiirler yazdığı, Garip şairlerine Balık Pazarı’nda içerken tesadüf edilebildiği o güzek günlerde.

Şiirin edebiyatın en afili delikanlısı olduğu, alımlı ve sade bir hayatın, uzun aşkların, derin dostlukların hâlâ mümkün olduğu o güzel zamanlarda.

Sonra zaman biraz daha geçsin isterdim ve ben Birinci Yeni’nin mısralarını İkinci Yeni’nin mısralarıyla değiştireyim, sevgilime sarılıp sabah, kahvaltı niyetine şiir okurken.

O sevgilim ki, kim olsun?

Alper Hasanoğlu