3 gündür Türkiye Psikiyatri Derneği’nin bu sene İzmir’de düzenlediği Ulusal Psikiyatri Kongresi’ndeyim. Yazımı yazdığım şu an (cuma akşam üstü), bugünkü seminer ve konferansların bittiği ve insanların akşam için yaptıkları sosyal programlarına hazırlanmak üzere odalarına çekildiği saatler. Otelin yüzme havuzuna bakan terasında, kimisine uzaktan aşina olduğum, kimisini de hiç tanımadığım meslektaşlar, güneşin batarken ufukta yarattığı ışık oyunlarına bakıyoruz.

Tuhaf bir yalnızlık duygusu ve hüzün sarıp sarmalamış durumda benliğimi. Başka bir şehirde olmak, bir otelde gecelemek, sevdiğim insanlardan birkaç günlüğüne de olsa uzakta olmak gibi açıklamalar bulmaya çalışıyorum duygularıma. ‘Oteller Kenti’ni anımsıyorum Edip Cansever’in. Aidiyet duygusunun yokluğu ve yabancılaşmanın insan ruhundaki etkilerini anlattığını bu yaşımda daha iyi anladığım o müthiş kitabı. Ama bu bilgi ne kitabı daha güzel kılıyor gözümde ne de yalnızlık duygumu azaltıyor:

“Kimsenin kimseyi tanımadığı

ne güzel bir yazdı

cin içiyordum gene

mevsimlerden yaz olsa bile

ben cin içerken kar yağardı.”

Güneş battı, hava serinledi. Arka masadan tavla sesleri geliyor. Kordon’daki balıkçıların masaları dolmaya başlamıştır artık. Muhtemelen ilk kadehler iştahla dolduruluyor ve ‘Gâvur İzmir’ geceye hazırlanıyor… Kongrede konuşulanlar, psikiyatri camiasını meşgul eden konular geliyor aklıma. Amerikan Psikiyatri Derneği, 20 yıl aradan sonra tanı sistemini yeniledi. Dişe dokunur bir yenilik, hastamızı daha iyi anlamamızı sağlayacak herhangi bir değişiklik getirmediğinde bütün psikiyatri camiası hemfikir. Herkesi bir korku almış durumda. Sinirbilim alanındaki önemli ilerlemelere rağmen bunun psikiyatriye doğrudan bir katkısının olmaması, nörolojinin psikiyatriyi yakın gelecekte yutacağından ve hekim olarak ciddiye alınmayacağımızdan duyulan kaygı asistanından profesörüne herkesi sarmış durumda.

Bu anlaşılabilir bir korku da aynı zamanda. Çünkü insanı ruhu ve çevresiyle ilişkisi içinde anlama çabasından tamamen uzaklaşmış ve yalnızca yaşadığı sorunlar nedeniyle ortaya çıkan semptomlara odaklanıp onları ‘iyi etmeye’ çalışan psikiyatrinin yaptıklarını, duyarlı bir dahiliyeci veya nörolog da yapabilir. Onların da ilaç bilgisi var sonuçta. Yardım etmesi gereken insanları düşünen değil, daha çok tıp dünyası içindeki yerini, yani statüsünü korumaya çalışan bir psikiyatri var artık. Kurtuluşu biyolojik psikiyatride arayan psikiyatr kendini beyin doktoru olarak adlandırmaya çalışıyor.

Oysa biz beynin ve ruhun ‘normal’ işleyişini bilen, onların işlevsel ve yapısal bozukluklarının yanında diğer bedensel hastalıklar hakkında da temel bilgilere sahip olan, bu bilgilerin ışığında insanın hayatla ilgili sorunlarını anlamaya, açıklamaya ve çözüm yolları bulmaya çalışan hekimleriz. Böyle olduğumuz için de tıbbın içinde olduğumuz kadar, tıbbın sınırlarının dışına da taşıyoruz. Bu taşma psikiyatriyi tıptan uzaklaştırmadığı gibi, tıbbı diğer branşların hiçbir zaman yapamayacağı kadar hayatın içine sokuyor.

Diyabet tedavi eden dahiliyeciye, safrakesesini ameliyat eden cerraha özendikçe insan ruhuna nasıl dokunulduğunu unutacak psikiyatri. Bunun en önemli nedeni de psikoterapinin psikiyatriden her geçen gün daha da uzaklaşıyor olması. Gerçekten bilmek isterdim, ülkemizdeki psikiyatrların kaçının terapi koltuğuna oturup bir başkasına kendinden, açmazlarından, ilişki sorunlarından, çocukluğundan bahsedip ağladığını. Bunu yapmamışsanız, tabii ki bilemezsiniz psikoterapinin nasıl bir açılım getirdiğini hastalarınıza. Bütün gün antidepresan, antipsikotik ve anksiyolitik üçlüsünden herhangi birini ya da kombinasyonunu reçete ederek kendilik değerini koruyamaz hiçbir hekim. Bu yetersizlik duygusu hayatın gerçeklerine, hastanın, danışanın talep ve ihtiyaçlarına daha da duyarsız kılar psikiyatriyi.

Hava karardı. Bir şeyler atıştırıp odama çıktım. Kanallar arasında gezinirken Yalan Dünya’ya rastlayınca sevindim. Beklediğim kadar gülemedim, yalnızlık duygum ve hüzün hâlâ peşimde. Twitter’a baktım. Geçen haftaki Fatih Terim yazısı nedeniyle bana edilen sayısız küfre, aşağılayıcı mesaja göz attım. Geçen hafta bir dostum, “etkilenmiyor musun bu küfürlerden?” diye sormuştu. Hayır demiştim o gün ama galiba etkileniyorum. Belki de bugünkü ruh halimde o küfürlerin de etkisi var. Tekrar bir kaçma isteği duyuyorum içimde. Ben kaçmasam bile çocuklarımı bu ülkenin bu tahammülsüz ortamından kurtarmak istiyorum. Hayatımın ilk 30 yılını burada geçirdikten sonra 46 yaşında gideceğim her yerde kendimi daha da yabancı hissedeceğimi biliyorum. Oysa zaten yurtdışında doğmuş olan çocuklarım bu yabancılık duygusunu yaşamadan, çok daha kolay uyum sağlarlar uygar dünyaya. Ben göçebe ve barbar insanlar topluluğu olan ülkemde yaşamaya devam edeceğim elbette. Kendime kurduğum küçük dünyada, geçen hafta olduğu gibi birilerinin tanrısına dokunmadığım müddetçe okuyarak, yazarak ve hastalarımın hayatlarına değmeye çalışarak yaşayıp gidebilirim. Şiir ve aşkın da yardımıyla…

Faşizmin günümüzde postallarla değil, makosen ayakkabılarla dolaştığını söylemişti, şimdi anımsayamadığım birileri. Öyle olduğunu görüyor ve siniyorum… Yazı bitti, şimdi biraz okuyacağım. Yakup Kadri’nin ‘Hüküm Gecesi’ romanı. İttihat ve Terakki’yle Hürriyet ve İtilaf çekişmesi. Okudukça ülke olarak nasıl da değişmediğimizi görüyorum. Bu da, yakın gelecekte de değişmeyeceğiz demektir. Kaçma isteği… Gezi’nin içimde doğurduğu umut çoktan yok oldu…

Alper Hasanoğlu