İnsan niye özler? Bitmiş bir ilişki, yeniden başlamayacağını aklıyla anladığı bir birliktelik neden kalbini zorlar durur? Neden ötekini mutlu olabilmenin tek olasılığı olarak görür? Onun yokluğu neden bir dehşet duygusu uyandırır içinde?

Her gün nasıl uyandığını, kahvaltısında ekmek kızartılmamışsa sinirlendiğini bildiğin insanın, aynı ritüeli sen olmadan da tekrarlıyor olması neden varoluşsal bir eksiklik duygusu yaratır?

İnsan erken doğan bir canlıdır. Beyin de tam olarak gelişimini tamamlamamıştır bu nedenle. Bebek doğduğunda 30 santim ötesini görür yalnızca. Beynin duygu ve düşüncelerden sorumlu, yaşadıklarına bir anlam vermesini sağlayacak bölgeleri de anne ve babayla ilk ilişki deneyimleri sonrasında şekillenir.

Bebek doğumdan sonra uzun bir süre annesinin bakımına muhtaçtır, hayatta kalmak için ona bağımlıdır. O olmadan karnının doymadığını, altının pis kaldığını, üşüdüğünü, en önemlisi de şefkati, anne karnındaki güven ve emniyet hissini onsuz yaşayamayacağını öğrenir. Otto Rank’ın, bir insanın başına gelen en büyük ilk travma dediği doğum travmasını atlatabilmek için bebek, anne teninin sıcaklığına, o tanıdık kokusuna ihtiyaç duyar.

‘Öteki’ olmadan var olunamayacağı bilgisi, dil öncesi dönem dediğimiz yaşamın ilk yıllarında belleğe düşünsel değil, duygusal olarak kaydedilir. Yalnızca duygu olarak, çünkü dilin olmadığı o dönemde düşünsel bir bellek kaydı da mümkün değildir.

Annenin her uzun süreli uzaklaşması başlangıçta ölüm korkusu yaşatır bebeğe, dehşet duygusu uyanır içinde. Zamanla ayrılıkla başa çıkmayı öğrenir, annenin gidişinin yarattığı hayal kırıklığına tahammül edebilir duruma gelir. Bunun için kullandığı yöntemlerden biri de bir geçiş nesnesi edinmektir kendine. Winnicot’un tanımladığı bu geçiş nesnesi pelüş bir oyuncak ayıcık da olabilir, battaniyesinin bir ucu da. Çocuk annesiz bir hayata hazırlanır bu nesnenin de yardımıyla. Erişkin hayattaki ayrılıkların da bu kadar çok acı vermesi bu ilk ayrılık deneyimleri nedeniyledir. Akıl ne derse desin, duygusal bellek ayrılığı dehşet duygusuyla atıverir önüne kişinin. Erişkin birey de bir geçiş nesnesi bulur bazen kendine. Örneğin sevgilinin ayrılırken unuttuğu diş fırçasını kullanır bir süre. Yarım bıraktığı romana onun kaldığı yerden devam eder. Özlediğimiz şey aslında sevgili midir, yoksa tekrar mutlu olmak mı? Bir sürü insan mutlu olmak diye yanıt verebilir bu soruya. Oysa, Hermann Hesse’nin dediği gibi, “Mutluluğun peşinden koştuğumuz sürece, mutlu olmak için yeteri kadar olgun değiliz demektir.”

Mutluluğun muhtemelen çok daha basit bir formülü vardır. Ama bunu kimse bilmiyor henüz. Örneğin akıl, zekâ, bilgi sahibi olmak çoğunlukla mutluluğu değil, tersine mutsuzluğu garanti eden özelliklerdir, özellikle bizimki gibi ülkelerde. Kim daha çok bilgiye sahipse, hayatın getirdiği tehlike ve mutsuzlukların farkındadır. Belki de aptal olmak ve basit bir işe sahip olmak en kolay mutluluk formülüdür.

Düzen bizi durmaksızın mutluluk peşinde koşmaya zorluyor. Mutlu olmayan kişi looser’dır. Mutluluk sahip olmakla özdeşleştirilmiştir düzen tarafından. Durmadan tüketelim diye. Oysa mutluluk ‘sahip olmak’la değil, ‘olmak’la ilgili bir durumdur. Romalı filozof Seneca hiçbir şeyi olmayan insanların daha mutlu olduklarını, çünkü çalınacak şeyleri olmadığını söyler. Belki de haklıdır. Güney Amerika’da insanlar Avrupa’nın refah toplumlarında yaşayanlardan daha mutludur. Avrupa ülkelerinde 60’lı yıllardan beri gelir düzeyi arttıkça mutluluk da artmadı, aksine, örneğin psikolojik sorunlar çoğaldı.

‘Olmak’ ise, bizi olduğumuz gibi kabul eden, onaylayan, kendimizi seviliyor hissettiğimiz bir ilişkide, yani sevgilide/sevgiliyle mümkündür. ‘Ben sende oluyorum’ der Martin Buber. Bu, hayatımın ve psikoterapi anlayışımın da temelini teşkil eder. O nedenle özlediğimiz şey aslında sevgilidir. Çünkü ‘ben’ ancak ‘öteki’yle var olabilir…

Alper Hasanoğlu