Şaaşalı 1920’ler. Caz Çağı. Amerikan rüyasının temelinin atıldığı yıllar. Alkol yasağı ve su gibi tüketilen alkol. Kadınlara oy hakkının verilmesi. Zelda ve Scott’ın ilişkilerinin içine doğduğu dünya buydu.

Göz alıcı bir çifttiler. Yakışıklı, yerinde duramayan, lükse ve şatafata en az edebiyata verdiği kadar değer veren, bazen edebiyatı lüks, şatafat ve ünü getirsin diye suistimal ediyor izlenimi uyandıran Scott Fitzgerald. Yanında kısa kesilmiş sarı saçları ve mavi gözleriyle güzel, çekici bir kadın. Yazmaktan, dans etmeye ve resim yapmaya kadar birçok yeteneği olan uçarı kız (Flapper’dan Ülker İnce’nin harika çevirisi) Zelda Sayre. Ama hayatı boyunca bu yeteneklerinden hiçbirini adının önüne yazdıramamış tipik bir Caz Çağı kadını.

Her ikisi de alkolü, kendiliğinden ve öngörülemez olmayı, özgür ama güven içinde yaşamayı, sevmeyi ama daha çok da sevilmeyi isteyen, birbirine deli gibi âşık ve birbirine zarar vermeye mahkum iki insan.

Amerika ve Fransa arasında hiçbir yere ait olamadan çok hızlı, sanki tüketmek için yaşanan bir hayat. Zelda bir yere alışmaya ve orada kendine bir hayat kurmaya başlarken, Scott’ın artık başından atmayı istediği âşıklarından kurtulabilmesi ve bir türlü ilerlemeyen romanına odaklanabilmesi için yer değiştirmeleri gerekir. Gençlik kültürünün, yaşlılığın erdemlerini bir kenara ittiği 20’li yılların Amerikası’nda genç olmanın coşkusunu Fitzgerald’ın narsizminden başka ne temsil edebilirdi ki? Onların kök salabilecekleri bir geçmişleri yoktu. Şimdi’de yaşıyorlardı ve geleceğe aittiler. 1929 yılında yayınladığı bir öyküsünde kahramanına şunu söyletiyordu Fitzgerald: “Gençlik, Tanrım! – Yakınımda olmasını istiyorum, çepeçevre etrafımda olmasını, umursanmayacak kadar yaşlanmadan önce bir defa daha istiyorum!”

Birinci Dünya Savaşı’nın sonları. 1900 yılında, Güneyde, Alabama Montgomery’de doğmuş olan Zelda 18’ine girmek için gün sayar. Kasabanın bu ele avuca sığmayan kızı dans etmeyi ve erkeklerle öpüşmeyi sever. Baba Montgomery’nin baş hakimidir; evde de ona otoriterliği nedeniyle Hakim Bey olarak hitap edilir. Kızını dinler gözükür ama kaale almaz, fikirlerini hemen her zaman küçümser, ona kendini sık sık değersiz hissettirir. Daima kendi doğrularını dayatan, kızının fikirlerine saygı duymayan baskın, soğuk ve mesafeli bir adamdır. İsyankar bir karakteri olmasa, babasının ona bulacağı eş adayıyla evlenip mutsuz ve sıradan milyonlarca Amerikalı kadından biri olacaktır Zelda. Viktoryen dönemin tutucu yıllarında, kızlar için olmazsa olmaz olan çorabı giymeden çıplak ayakla dolaşmayı seven, korse takılmazsa kıza çıplak muamelesi yapılan bir zamanda korseyi atan ve bilekten yukarı çıkmayan etek boyunu dizlerine doğru sıyırma cesareti gösteren, taşraya sığamayan bir kızdır Zelda.

Anne, Hakim Bey’in kararlarının evdeki uygulayıcısıdır. İyi bir genç kızın babasının koyduğu kurallara harfiyen uyan, liseyi bitirip ailesinin uygun gördüğü adayla evlenmeye itiraz etmeyen, iyi bir eş, iyi bir ev kadını ve sonunda iyi bir anne olmanın bir genç kızın hayali olduğuna ve ancak böyle bir yaşamın kadını güven ve emniyette yaşatacağına, huzurlu ve mutlu kılacağına inanan milyonlarca Amerikalı kadından biridir. Zelda kendini bildi bileli hayatın kontrol edilemez olduğunu düşünür bu yüzden.

Scott Kuzeyde, Minnesota Saint Paul’de 1896’da dünyaya gelir. Princiton’a girer ama yazar olma hayalleri ve alkol nedeniyle bitiremez. Zengin arkadaşlarının yanında, ailesinin ekonomik durumundan dolayı sık sık utanır. Yazar olup paraya ve üne kavuşmanın onun için tek kurtuluş yolu olduğunu sezmiştir. Tek bildiği şey de yazmaktır zaten. Alkolü ve kadınları saymazBirinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde Montgomery, Alabama yakınlarında Sheridan kışlasında teğmenken ve hayatı alkolle yatıştırmaya çalışırken, kentin sosyetik güzeli Zelda’nın baş balerin olduğu bir bale gösterisini izler ve ona âşık olur. Zelda baleyi “neşe, dram, tutku ve aşk!” olarak tanımlar. Henüz başında olduğu hayatını tanımlayabilecek sözcükler de bunlardır zaten.

Bu çılgın Kuzeyli genç ilk günden itibaren rahatsız eder Hakim Bey’i. Kızının kontrolünden çıkmaya başladığını hisseder çünkü. Gerçekten de Zelda Scott’la evlenir ve onunla New York’a taşınıp Hakim Bey’in kontrolünden çıkar. Ama Zelda’nın evlenme koşulu Scott’ın iyi para kazanması ve ay sonunu nasıl getireceklerini düşünmeme garantisidir. Scott’sa ona çok daha fazlasını vadeder.

Taşrada baskı altında büyümüş genç bir kızın, babasına benzeyen bir adamı bu kadar çekici bulması ve onun peşinden sürüklenmesi pek de sürpriz değil. Scott da evlilikleri boyunca tıpkı babası gibi Zelda’nın aslında olmadığı birisi olması için uğraşıp durur. New York’daki yeni hayatlarının başında, Fitzgerald’ın Caz Çağı’nı başlatan ilk romanı ‘Cennetin Bu Yakası’ yayınlanmış ve şöhretle para kapılarını çalmıştır. Gazetecilerin en çok merak ettiği şey kitabın kahramanı Rosalind’in ne kadarının Zelda olduğudur?

Kendisi olmak için babasından kaçmıştır Zelda, kendi olmak ne demek bilmiyor ve ayrıca ne olmak istediğine henüz karar vermemiş olmasına rağmen. Ama Scott karar vermiştir, ünlerine katkıda bulunacağı için Rosalind olmak zorundadır Zelda. Oysa taşralı, toy, havai kızın Scott’ın kendisine dayattığı, olması gereken kadın olmak için gerekli içsel donanımı yoktur. Dış desteği ise bencil bir aşktan başka bir şey değildir.

Bencildir, çünkü kazandığından daha çok harcayan, lüks içinde yaşayan ve yaşatan Scott çok içmeye, ününden yararlanarak sık sık flört etmeye, Zelda’yı her fırsatta aldatmaya başlamıştır. Ama Zelda sadık bir eş ve onun yazmasını kolaylaştıran kadın olarak evde ya da o sırada yaşadıkları otel suitinde onu bekliyor olmalıdır. Ya da onunla birlikte gece kulüplerinde şampanyada boğulmalı ve Scott’ın etraftaki kadınlarla flört etmesine ses çıkarmadan, o istediğinde onunla dans etmelidir.

Zelda da taşralı bir kız olarak bu şan şöhretten, olmayan paranın su gibi akmasından etkilenir ve narsist kocasını başkasının yanında başka yazarlarla kıyaslamaktan ve onu provake etmekten geri durmaz. O da daha çoğunu istiyordur.

Ama önünde sonunda nasıl daha önce hep baba haklıysa ve onun dediği oluyorsa, bu kez de koca devamlı haklıdır, tartışmaları kazanır ve son noktayı koyar.

Zelda hep isyan eder ve hep kaybeder. Değersizlik duygularıyla başa çıkabilmek için o da içkiye sarılır ve gidip başka erkeklerle yatar. Bedensel tatminin can sıkıntısını ve değersizliği kısa bir süreliğine de olsa azalttığını keşfetmiştir. Yalnız bırakılmak ve yeteri kadar ilgi görmemek, hiçbir tatmin edici uğraş içinde olamamak başka bir yol bırakmaz Zelda’ya. Hayatının son 17 yılını psikiyatri kliniklerine girip çıkarak geçirmesinin ve kendisine yanlış bir şekilde şizofreni teşhisi konmasının kapısı aralanmıştır böylece.

Scott’la cinsel hayatlarının neredeyse bitmiş olması, yapayalnız bırakıldığı bir dönemde Fransız bir teğmene âşık olması nedeniyle suçlanması, hiçkimseyle duygularını paylaşamaması, çığlıklarının kimse tarafından duyulmaması yavaş yavaş psikosomatik sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olur. Midesi ve barsakları bozulur. Yani ruhsal acılar bedensel belirtiler olarak ifadesini bulur. Scott birileriyle flört ettiğinde buna müdahele edemez. Hakkı yoktur. Acısını azaltmak için kendine zarar vermeye ve bir yandan da bütün bu olanlardan kendini sorumlu tutarak cezalandırmaya başlar.

Bu arada Fransa’da Hemingway ve karısı girmiştir hayatlarına. Hemingway her fırsatta Zelda’nın deli olduğunu ve bu deliliğin ona zarar verdiğini söyler Scott’a. Onu hemen bırakması gerektiği konusunda ikna etmeye çalışır. Ama bir yandan da birçok narsist gibi belli etik kurallardan muaf hisseder kendini ve Zelda’yı ayartmaya çalışır. Zelda’yı elde ederse Scott’ı yenmiş olacaktır. Reddedilir ve daha çok düşman olur Zelda’ya. Zelda içgüdüsel olarak farkındadır Hemingway’in kendisi ve ilişkisi için bir tehlike olduğunu. Ama uyarıları kapris ve kıskançlık olarak yorumlanır Scott tarafından.

Scott’ın bu kadar Hemingway’in etkisi altına girmesi başka bir açıdan daha Zelda’ya kötü gelir. Bütün hayatı paradoksal bir şekilde güçlü ve baskın bir erkeğin peşinde sürüklenmekle geçen Zelda, Scott’ın Hemingway’in etkisi altında kalarak güçlü erkek imajını yitirmesi nedeniyle yaşam desteğinden de yoksun kalır yavaş yavaş. Hayattan duyduğu korkunun bu kadar çok artmasını bir türlü anlamaz, oysa içsel bir dayanıklılıktan yoksun Zelda’nın mutlaka dışsal bir desteğe ihtiyacı vardır. Bir ara Hemingway’in eşcinsel olduğunu ve maçoluğunun bunu gizlemek için bir kılıf olduğunu bile düşünür.

Scott’ın Ernest’e karşı hissettiği ambivalan duygulara karşı – bir yandan hayranken, bir yandan da kıskanır – Ernest oldukça nettir içinde. Bir Hemingway biyografisi olarak da okunabilecek olan ‘Paris’teki Eş’ romanında (Paris’teki Eş, Paula McLain, Remzi Yay, 2012) yazar Hemingway’a Fitzgerald çifti için şunları söyletir: “Kadının çatlak olduğunu anlamıştım. Ama şimdi adamdan da kuşku duymaya başladım. Kadın onun kanını emiyor. Vampir gibi. (…) Scott’ın yazdıklarını o kadar kıskanıyor ki, adam bir daha kalemi eline almasa çok mutlu olacak.” Scott Fitgerald’ın bilinçdışı isteğiyle Ernest Hemingway’in açıkça ifade ettiği görüşü aynıdır aslında; kadının görevi erkeğinin yapıp ettiklerini desteklemek ve ona hayatı daha huzurlu bir hale getirmektir. Oysa Zelda’nın günlük ve mektuplarından çok iyi biliyoruz ki, onun isteği Scott’ın yazmaması değil, kendisinin yazmasına ve yazmış olduklarının kendi imzasıyla basılmasına izin verilmesidir. Scott’la gurur duymaktadır sanıldığının aksine. Zelda’nın yazdıklarının daha iyi olabileceği kaygısı bilinçdışı bir yansıtmaya dönüşür Scott’ta. ‘Zelda patolojik bir hırsa sahip ve benim yazdıklarımı hasetle kıskanıyor.’

Zelda bütün bu mutsuzlukların, alkolün ve gece hayatının yıpratıcılığı içinde hastalanır ve ameliyat olması gerekir. Scott büyük bir telaş içinde her şeyi organize eder. Mutludur Zelda. Tekrar âşık, tutkun ve onu kaybetmekten korkan erkeğine kavuşmuştur. İkincil kazanç dediğimiz ve psikolojik sıkıntıların süreğenleşmesi için en büyük tehlikedir bu durum.

Zelda neydi? Dansçı, yazar, ressam, anne, eş? Yoksa hiçbiri mi? Caz Çağı’nın sembolü uçarı kız, kendi yazarlığı dışında hiçbir şeyle ilgilenmeyen Scott Fitzgerald’ın engelleme ve baskıları altında gittikçe hiçleşen bir kadına dönüşüyordu. Olası bir sürü hayattan hangisi olmak istediğine karar verememesinin gerçek sorumlusu kimdi peki? Bir yandan Viktoryen dönemin tutucu değerlerinin Caz Çağı’nın sahte özgürlüğü içinde zihinlerde korunmaya devam ediyor olması, öte yandan Scott’ın narsist bencilliği onun hayatta olmak istedikleriyle çelişip kendini tanımlamasını ve gerçekleştirmesini engellemiş ve sonun başlangıcı olmuştur onun için.

Son çare olarak baleye sığınır Zelda. Bale ve diyet nedeniyle iyice zayıflaması bedensel olarak da yok olmaya doğru gitmesine neden olur. Ruhsal olarak bir hiç olan kadın, bedenini de yok ediyordur yavaş yavaş. Dans eder, az yer ve bedensel olarak da azaldıkça azalır. “Dağınığım, korkuluyum, huzursuzum.” der. Tek desteği bale hocası Madame’dır. Oysa hayattaki tek desteği de paradoksal bir biçimde yok olmasına katkıda bulunur. Kendine de, hayata da iyice yabancılaşır. Ona durmadan hissettiklerinin doğru olmadığı söylenir çünkü, düşündükleri yanlıştır, yazmak istemesi bile hastalıklı hırsından dolayıdır. Scott’la yarışmak istemesindendir.

Scott onu önce duygusal olarak yok eder ve sonra da bütün desteğini çekerek hiçleştirir. Sonunda psikotik hezeyanlar içinde psikiyatri kliniğine yatırılır. Yaşadığı bir psikozsa varoluşsal bir psikozdur, var olabilmek için baş vurduğu son çaredir. Konulan teşhis kimlik yarılması, yani şizofrenidir. Oysa kimliği yok olmuş bir kadındır o. Yarılacak bir kimliği bile kalmamıştır.

Scott’la yarışmak değil yalnızca varolmak isteyen bir kadının çaresizliğidir Zelda’nın yaşadığı. Scott kendini bir yazar olarak o kadar yetersiz hissediyordur ki, Zelda’nın her türlü yazma denemesi onun için bir tehdittir ve psikiyatrları da buna inandırır. Zelda’nın psikozunun nedeni patolojik hırsıdır, onlara göre. Psikiyatri kliniğinde dermatit de olur Zelda. Deride kızarma, kaşınma ve iltihaplanmayla giden bir cilt hastalığıdır dermatit. Psikanalitik görüşe göre deri kişinin hayatla arasındaki sınırdır ve kendiliği hayata karşı korur. Hayata karşı kendini korumayı artık beceremeyen Zelda sonunda ölümü düşünmeye başlar.

Psikiyatri, erkek egemen bir toplumun ve püriten ahlâkın bir bekçisi olarak Zelda’yı zapturapt altına almaya karar vermiştir bir kere. ‘Reedukasyon’ derler yapılan terapiye. Yeniden iyi bir eş ve iyi bir anne olmak için eğitilmelidir Zelda. Oradan kurtulabilmek için ‘ben-olmamaya’ karar verir. Ondan istenen olacaktır. Yenilmiştir. Evlilik ve evlilikte kadının vazifeleri üzerine yazdığı bir deneme artık iyileştiğine karar verilmesini ve klinikten çıkmasına izin verilmesini sağlar: “Bir kadın (…) kocasının her konudaki arzularını öngörmek için çabalamalıdır. İstikrarlı ve rahat bir yuva oluşturmayı ilk işi saymalı ve bu onun kendi durumunda ne anlama geliyorsa ona göre davranmalıdır. (…) Çoğu kadının geçimi tamamen kocası tarafından sağlandığı için, onlar da buna karşılık olarak eşdeğer türde bir destek sunmak zorundadırlar. Bu işbirlikçi bir düzendir ve doğru olandır.” 20’li yılları Caz Çağı olarak tanımlayan Scott Fitzgerald’ın âşık olduğu ve o çağın kadınının en tipik sembolü olan uçarı kız Zelda’nın yeniden eğitimi tamamlanmış gibi gözüküyor.

Scott’ın Zelda’ya söyledikleri ne kadar tanıdık: “Gülerken o kadar dişlerini gösterme ve fazla da ses çıkarma; kendine dikkat çekmek iyi değildir. Erkekler, saygı ve hayranlık duyabilecekleri mütevazi kızları tercih ederler.” Yani, kendileri için tehlike olmayacak, egemenlikleri altında tutulabilecekleri kadınları. Ah ne hoş paradoks Francis Scott Key Fitzgerald için! Böyle bir kadını Zelda’dan yaratmaya çalışmak!

Uçarı kız tanımı bunun neden mümkün olmadığını gösteriyor aslında. Viktoryen dönemin yaşayış ve hayata bakışını reddederek, kısacık kesilmiş saçları, mini etekli elbiseleriyle piste fırlayıp rahatça dans etmekten çekinmeyen kadınlardır uçarı kızlar. Ellerinde sigaraları ve içki kadehleri erkeklerle sarmaş dolaş kahkahalar atıp flört etmekten, istedikleri erkekle sevişmekten çekinmeyen kadınlar.

Kardeşinin intiharı kendisinin de sonunun aynı olacağına ve Hemingway’in, Scott’ın ve psikiyatrlarının haklı olduğuna inandırır Zelda’yı. “Kimsenin yapabileceği bir şey yok!” diye tekrarlar durmadan kendi kendine. Ekonomik bağımlılığının yanında, yok olduğuna inandığı benliği hiçlik duygusunu güçlendirir. Var olmak için son çabası, roman yazmak istemesi de doktorları tarafından engellenir. Emri veren Scott’tır. Çünkü onun yazdığı mektuplardan ve tuttuğu günlüklerden bazı bölümleri olduğu gibi kopyalarak ‘Sevecendir Gece’yi yazmaktadır. Scott’ın Zelda’nın yazmasını engellemesi ayrıca, romanının yıllardır ortaya çıkmamasıyla derinleşen değersizlik ve yetersizlik duygularıyla başa çıkabilmek için geliştirdiği narsistik bir savunmadır. İsviçre’de bir psikiyatri kliniğinde yatan güzel Nicole’le evlenen başarılı, ünlü bir doktorun karısını iyileştirememesiyle paralel yaşadığı çöküşünü anlatır bu kitap.

Ağır bir depresyondur aslında Zelda’nın yaşadığı. Babası ve kocasının kurbanı olan, erken doğmuş bir sanatçının ağır reaktif depresyonu. Hiçlik duygusunun ve ölüm isteğinin odak noktasında olduğu tipik derin bir melankoli. Albrecht Dürer’in ‘melancolia’ tablosundaki çaresiz kadına dönüşmüştür Caz Çağı’nın en uçarı kızı.

Her şeye rağmen büyük bir aşktı onlarınki. Bütün hastalıklı haline rağmen elle tutulacak kadar gerçek bir aşk. Ama bu aşkın büyüklüğünü ve değerini birbirlerinden uzak olduklarında, yani yokluklarında anlıyorlardı.

Scott Fitgerald’ın kalp krizinden ölüm haberini Montgomery’de annesinin yanında alır Zelda. Psikiyatri kliniğinden yeni çıkmıştır. Mutad akşam yürüyüşlerinden birinden döndükten sonra annesi haber verir hâlâ âşık olduğu kocasının ölüm haberini. Postaya verdiği son mektup hiçbir zaman ulaşamayacaktır Scott’a. Hayatı boyunca çığlıklarının da hiç ulaşmamış olması gibi.

Psikiyatri klinikleriyle zorunlu ilişkisi 1948 yılına kadar sürer. Beş yıldır yattığı psikiyatri kliniğinde bir yangın çıkar ve ilaçların etkisiyle derin bir uykuda olan Zelda bir daha uyanmaz. Belki de rüyasında yıllar sonra Edip Cansever’in yazacağı dizeleri mırıldanıyordur:

“Ben bugünü yakıyorum

Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.”