Kadının ‘resmi tarihi’, Lilith’in Adem’e tabi olmayı reddettiği ve eşitliğini ilan ettiği için ceza olarak cennetten kovulup dünyaya gönderilmesinden sonra, Havva ile başlatılmıştır. Adem’in kaburgasından yaratılmış olan Havva, aşık kadının değil sadık ve boyun eğen kadının sembolüdür. Homerik dönemden, Antik ve Klasik Yunan ile Roma dönemlerine kadar kadın, erkeğin sahip olduğu diğer mallardan biriydi.

Orta Çağ da daha az karanlık değildi kadın için. Hatta Hristiyanlık cinselliği günah saydığı ve çocuk yapmak dışında cinselliğin yaşanmasını yasakladığı için, hayat kadın için daha da çekilmez bir durumdaydı. Çünkü erkek her durumda dul kadınlarla, fahişelerle, cariyelerle ve oğlanlarla cinselliğini yaşıyordu. Kadının, kısıtlı da olsa yaşanan cinsellikten zevk alması bile yasaktı ama kocasını memnun etmek için uğraşmak zorundaydı.

Bütün bunların tabii ki istisnaları vardı, yani isyankâr kadınlar. Romantik aşkın tarihini o isyankâr kadınlar başlattı. Bu isyankâr kadınların en bilineni Héloise’dir. Héloise’le Abelard’ın aşk ve dehşet hikâyesi çarpıcılığını gerçek olmasından alır.

Orta Çağ Avrupası’nda miras hakkı en büyük erkek çocuktadır. Abelard, eğitim görebilmek için ilk çocuk olma hakkından feragat etmiş ve baba evini terk etmiştir. Ama henüz yirmili yaşlarındayken bile diğer gezgin filozofların önüne geçmiş, hem halka açık konuşmaları, hem de yakışıklılığı nedeniyle meşhur olmuştur. Otuzlu yaşlarında artık usta bir ilahiyatçıdır.
Paris’te yaşadığı sırada Héloise’i tanır ve ona aşık olur. Abelard 37 yaşında, Héloise 15’indedir. “Şanssızlıklarımın hikâyesi” başlıklı, yıllar sonra Latince yazdığı bir mektupta ilişkilerinin nasıl başladığını şöyle anlatır:

“Paris şehrinde Héloise adında çok genç bir kadın vardı, bu kadın Fulbert adında bir katedral rahibinin yeğeniydi. Fulbert ona çok fazla şefkat gösterdi ve onun her türlü bilimi öğrenmesi için elinden gelen her şeyi şevkle yaptı… Kadınlar arasında okuma yazma bilen çok az olduğundan, aldığı eğitim bu genç kadını daha da değerli kıldı ve onun bütün krallıkça övülmesini sağladı. Onda genellikle aşıkları baştan çıkartan her şeyi gördüm ve onunla yatağımı paylaşmanın benim için uygun olacağına karar verdim. Bunu kolaylıkla yapabilirdim. O tarihte çok ünlüydüm, gençliğim ve yakışıklılığım öylesine dikkat çekiyordu ki, aşkıma layık olduğunu düşündüğüm herhangi bir kadın tarafından reddedilmekten korkmuyordum.”

Bugün için narsist bir söylem olarak görülebilecek ve birçok insanı kızdırabilecek bu sözlerin Orta Çağ’da edilmiş olduğunu gözden kaçırmayalım lütfen. Ve Héloise’in anılarına dönelim:
“Senin ününle hangi kralın, hangi filozofun ünü denk olabilir? Hangi ülke, hangi kasaba, hangi şehir seni görmenin heyecanıyla coşmaz? Soruyorum, halkın karşısına çıktığında sana duyduğu hayranlıkla telaşlanmayan kimse var mıdır? Hangi evli kadın, hangi bekar kadın yokluğunda seni arzulamamış, varlığında yanıp tutuşmamıştır? Her kadının kalbini hemen kazanabilecek iki özel yeteneğin var: Şiir yazmayı ve şarkı söylemeyi biliyorsun… Bu yetenekler diğer filozofların hiçbirinde bulunmuyor.”

Abelard Héloise’e yakın olabilmek için amcası Flubert’ten ona ders verme izni kopartır. Ve kısa süre içinde büyük aşk başlar. Her ikisi de ilk kez aşık olan çift kendilerini heyecanla erotik zevke bırakırlar. Ancak cinsel hazzın bir de olumsuz yanı vardır. Abelard’ın bir filozof ve öğretmen olarak yaptığı işler kötüye gitmeye başlar. Dalgınlaşmıştır, kendini bir türlü işine veremez. Öğrencilerin şikayetleri ve alıp başını giden dedikodular üzerine Flubert aşıkları ayırmaya karar verir.

Ama Héloise hamileydi, Abelard da hamileliğini rahat geçirebilmesi için onu Brittany’deki kız kardeşinin yanına gönderdi. Kendisi Paris’te kaldı ve Flubert’le açık açık konuştu. Héloise’in ‘namusunu kirlettiği’ için onunla evlenmesine karar verdiler. Ama Abelard bu evliliğin gizli kalmasını istedi, böylece şöhretine ve kariyerine zarar gelmeyecekti. Çünkü evlenmesi Ortaçağ yasalarına göre öğretmenlik yapmasını engelliyordu.

Çocuğu doğurduktan sonra bakması için Abelard’ın ablasına bırakıp Paris’e geldiler. Ama Héloise evlenmeyi istemiyordu. Çünkü ona göre evlilik felsefe ve teolojiyle uyuşmuyordu. “Dini ya da felsefi düşünceyle soğrulan hangi insan yeni doğmuş bebeklerin çığlıklarına, dadıların onları yatıştırmak için söylediği ninnilere, gürültülü hizmetçi kalabalıklarına tahammül edebilir? Küçük çocukların altını kirletmelerine kim katlanabilir!”

Héloise idolleştirdiği adama zarar vermek istemiyordu. Onun karısı olmaktansa sevgilisi (amica) olarak kalmayı ve ona evlilik akdinin kısıtlayıcı hükümleriyle değil, yalnızca duygularıyla bağlı kalmayı tercih etti. “Evli kadın olmak daha kutsal ve güçlü gibi görünse de, ‘amica’ (sevgili), – sizi şaşırtmak istemiyorum ama – cariye ya da fahişe sözcükleri gibi, daima daha sevimli bir isim olmuştur.” diye yazıyordu bir mektubunda. “Aşkı evliliğe, özgürlüğü esarete” tercih etmesi, onu bir Ortaçağ annesinden daha çok, yirmibirinci yüzyılda yaşayan özgür bir kadına benzetiyordu.

Ama Héloise’in bütün itirazlarına rağmen amcası onları evlenmeye zorlar. Abelard’ın istediği gibi gizli kalan bu evlilik sonrası aşık çift, ayrı yaşamaya devam ederek arada sırada ve bir sürü önlemler alarak görüşürler. Eğer Flubert’in yaptığı korkunç intikam planı olmasaydı bu hikâye burada bitecek ve belki biz bu aşk hikâyesinden haberdar dahi olmayacaktık.
Flubert şerefine leke sürüldüğünü düşündüğü için yeğenine çok kızgındı ve Héloise’i sık sık dövmeye başladı. Bunun üzerine Abelard karısını, onun daha önce eğitim aldığı manastıra yerleştirdi. Flubert Abelard’ın bunu özgür kalmak için yaptığını düşündü ve ondan intikam almaya karar verdi. Abelard’ın uyuduğu bir zamanda adamlarını odasına gönderdi ve testislerini kestirdi.
Ne yapacağını şaşıran Abelard utanç içinde kalır ve bir manastıra sığınır. Tanrı’nın kendisini işlediği günah nedeniyle cezalandırdığını düşünür. Bu evliliği bitirmeye karar verir ve karısına ömür boyu manastırda kalmasını emreder. Abelard 39, Héloise 17 yaşındadır.

Ama Abelard bir süre sonra bekar bir vaiz olarak eski işine dönmeye karar verdi. Kalan hayatını – 24 sene – rahip, yazar, öğretmen ve Paraclet Manastırı’nın kurucusu olarak geçirdi. Kaderin tuhaf bir cilvesi olarak Héloise de aynı manastırın baş rahibesi oldu.
Héloise’nin Abelard’a yazdığı mektuplardan bu ilişkinin nasıl devam ettiğini öğreniyoruz. “Ben seninim… bana görevlerin en büyüğüyle bağlısın… dini evlilik bağıyla… ve artık bu bağ çok daha güçlü, çünkü seni daima sınırsız bir aşkla sevdim.” Bu arada kendisini terk ettiği için serzenişte bulunmaktan da kaçınmaz: “Bana, birlikte dini yaşama başlamamızdan sonra tek başına karar vermene yol açan, benden bütünüyle uzaklaşıp beni unutmana neden olan, ne varlığınla ne de sözlerinle beni cesaretlendirmemeni sağlayan, yokluğunda beni teselli edecek bir mektup bile yazmamanı açıklayacak tek bir sebep söyle.”

Bir Orta Çağ kadınından beklenmeyecek şekilde ateşli duygularını dile getirmekten de çekinmez, birlikte tattıkları “cinsel hazzın” anısından kendisini kurtaramadığını yazar: “Başımı nereye çevirirsem çevireyim, gözlerimin önüne bu anlar geliyor (…) Yalnızca yaptıklarımız değil, aynı zamanda seninle gittiğim yerler, yaşadığım anlar zihnime öylesine kazınmış ki, aynı şeyleri yaşadığımda her şeyi seninle birlikte anımsıyorum ve hatta bunlar bana uykumda bile rahat vermiyorlar.”

Bu yazışmalar sırasında Héloise 32, Abelard 54 yaşındadır. Kısa bir süre sonra Abelard ölür ve Paraclet’e gömülür. Héloise yirmi yıl daha yaşamış, 1164 yılında kocasının yanına gömülmüştür.

Not: Bütün alıntılar Çitlembik Yayınları’ndan yayınlanan Marilyn Yalom’un yazdığı ‘Evli Kadının Tarihi’ adlı kitabındandır.