Yıllar önce kızım ilkokulun ilk yıllarındayken bir veli-öğretmen görüşmesinde özgürlükçü ve kadın haklarına duyarlı olduğunu bildiğimiz sınıf öğretmeni laf arasında bir cümle sarf etmiş ve Çiğdem – çocuklarımın annesi – dışında kimse şaşkınlığa düşmemişti. Kendisi de kadın olan sınıf öğretmeni: “Biliyorsunuz, kızlar matematikte erkekler kadar başarılı değil zaten,” demiş, Çiğdem de dehşetle: “Umarım bunu sınıfta ima bile etmiyorsunuzdur, çünkü gerçek değil!” diye araya girmişti. Kadını değersizleştirmenin, aşağılamanın bilinçdışı tezahürünün en basit örneğidir bu. Kadının belli şeyleri yapamayan, analitik zekaya sahip olmayan, duygusal, erkeğe bir şekilde muhtaç olduğu bilgisinin kadın bilinçdışına da kazınmış hali.

Harvard Üniversitesi’ndeydi sanırım, basit bir deney yaptı yeni seçilen rektör belli bir süre önce. O sene üniversiteye başlayan kızları ikiye ayırdı ve her iki gruba da aynı konuşmayı yaptı. Bir gruba bir cümle fazla söyledi ama: “Son yapılan çalışmalar kızların da matematikte en az erkekler kadar başarılı olduğunu, hatta onları geçtiğini gösterdi.” Yıl sonunda bu cümleyi duyan kızlar bu cümleyi duymayanlara göre matematikte istatistiksel olarak anlamlı olmak üzere daha başarılı olmuşlar. Bazı ön yargıların, diğer cinsiyetin değersizleştirme çabasının, haydi açık açık söyleyelim kadın düşmanlığının – mizojini – nasıl kadın beynine de işlediğini gösteren çarpıcı bir örnektir bu. Bu kadın düşmanlığının altında yatan nedir diye sorarsanız, en baştan söyleyelim: Kadın korkusu, kadından duyulan korku. Kadına hâkim olma isteği ile ona duyulan arzunun bilinçdışı çatışması. Yazının devamında yavaş yavaş açacağım konuyu.

Çocuk gelinleri, kız doğurdu diye karısının suratına bakmayan erkekleri, kendisine tecavüz eden adamlaevlendirilen kadınları, kendisinden ayrılan karısını öldürüp “seviyordum hâkim bey” diye savunma yapanları, kadın minik etek giydiği için tahrik olup tecavüz eden erkekleri anlayışla karşılayan hâkimleri gördük bu ülkede ve görmeye de devam ediyoruz.

2002 yılında Pakistan’da bir kadına birçok erkek tarafından tecavüz edilme cezası verildi. Bu cezanın nedeniyse erkek kardeşinin üst kasttan bir kadınla temasa geçmesiydi.

Taliban rejiminde, Afrika’daki Müslüman ülkelerde recm vaka-i adiyeden hâlâ.

Oscar ödülleri benzeri ödüllerin dağıtılarak normalleştirilmeye çalışılan porno endüstrisi baştan sona, cinselliği aracılığıyla kadının aşağılanmasına hizmet eden bir sektördür.

Ve üstelik 21’inci yüzyıldayız.

Rivayet edilir ki, kadın önce erkeğe eşit yaratıldı. Ama Adem buna tahammül edemedi ve Lilith’le hiç anlaşamadı. Çünkü Lilith söz dinlemiyor ve kendi bildiğini okuyordu. Ne zaman sevişmek istediğine kendisi karar vermek istiyordu örneğin. Adem Lilith’i Tanrı’ya şikayet etti. Tanrı Lilith’i uyardı ama Lilith Tanrı’nın da sözünü dinlemedi, erkeğin boyunduruğuna girmeyi reddetti. Bunun üzerine cennetten kovuldu ve kendi çocuklarını yemeğe mahkûm edildi. Lilith şeytanlaştırıldı, çünkü erkeğin sözünü dinlemiyordu ve bu da erkeği korkutuyordu. Erkek kadını arzuluyor, ona hakim olmak istiyor ama bunu beceremeyince ondan nefret ediyordu. Bu nefretin bir cezası olmalıydı. Oldu da.

Ama cennet bahçeleri tek başına kalan Adem için çok sıkıcıydı artık. Bir kere Lilith’le, kadınla olmanın güzelliğini görmüş, onsuz olmak istemez olmuştu. Bu mutsuzluğuna dayanamadı Tanrı Adem’in. Ama bir kere daha, isyan eden, ben eşitim diye tutturan bir kadına da tahammülleri yoktu. Bu nedenle Adem’in kaburgasından, ona itaat edecek Havva’yı yarattı Tanrı. Havva gel deyince geliyor, git deyince gidiyordu. Çok mutluydu Adem. Ama işte Havva kadındı önünde sonunda ve yaptı yapacağını. Yasak olan tek şeyin peşine düştü. Elmanın. Yılan kılığına girmiş şeytan Havva’yı ikna etti, bir yudum tatmaları için elmadan. Yoksa o yılan Lilith miydi?

Tanrı bunu cezasız bırakmadı ve Adem’le Havva’yı da cennetten kovdu. Aslında Havva’nın yaptığı erkeğe geçiciliğinin bilgisini kazandırmaktı. Ölümlü olduğunu, hayatın cennet bahçelerinde dolaşmak, yalnızca zevk ve sefa içinde yaşamak olmadığını anımsatmaktı. Bilgiye ulaşmak, elmayı yemek, inançtan uzaklaştırıyordu insanı ve Tanrı buna izin vermezdi. Kadın çok tehlikeliydi. Havva olanı bile.

Kadın tarih boyunca hep insan olmaktan çıkarılmaya çalışıldı. Gerçek hayatta da edebiyat ve sanatta da. Ya günahkar Lilith’in torunları olan fahişeler Karındeşen Jack tarafından vahşice öldürüldü ya da göklere çıkartılıp güzelliklerine tapıldı. Ortaçağ’da kadınlar bir yandan cadı diye topluca yakılırlarken, öte yandan Bakire Meryem tanrının yeryüzündeki temsilcisi İsa’nın kutsal annesi oldu.

Öte yandan cennet annelerin – kadınların – ayakları altındaydı ve annenin – kadının – vurduğu yerde gül biterdi.

İlk insanı – erkeği – yaratan Prometheus tanrılar tanrısı Zeus’u çok öfkelendirir. Prometheus insanı tanrılara karşı korumakta ve onların tanrılara eşit olmasını istemektedir çünkü. Zeus buna çok kızar, insanın elinden ateşi alarak onu sıcaktan ve ışıktan mahrum bırakır.

Prometheus da ateşi çalar ve insana geri verir. Zeus öfkeden kudurur ve insanın – erkeğin – en büyük cezası olarak kadını insanın – erkeğin – başına bela etmeye karar verir.

Hefaistos topraktan kadını yaratır, Athena güzellik ve cazibeyle yükler kadını ve Hermes de entrikalarla erkeği nasıl kandıracağını öğretir ona: Pandora doğar. Zeus Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a hediye olarak veririr kadını. Pandora’nın yanında bir de kutu vardır. Bu kutuyu açmaması için sıkı sıkıya tembihlenir Epimetheus. Pandora’ya aşkından başı dönen Epimetheus Pandora’yla birlikte insanlar arasına karışır ve gönlünü çalan kadını gösterir insanlara coşkuyla. Bir gün şarabın da etkisiyle tanrıların tembihlemesini unutur ve Pandora’dan kutuyu açmasını ister. Pandora kutuyu açar açmaz mutsuzluk ve hastalıklar yayılır yeryüzüne.

Kadın bütün hastalıkların ve dünya üzerindeki mutsuzluğun kaynağı olarak lanetlenir.

Mitolojiden tıbba ve psikolojiye kadın hep tehlikeli ve korkulması gereken cinsiyet olarak damgalanır. Kadının içindeki rahim zincirinden boşanmış gibi bedenin içinde dolanır ve histerik kadın çıkar ortaya örneğin. Ta Hipokrat’tan 20’nci yüzyılın başına kadar da inanılır bu zırvaya. Freud kadının penise sahip olmadığı için bir haset duygusu içinde olduğunu, bu ‘eksikliği’ yüzünden erkeğe eşit olmadığını iddia eder neredeyse.

Erkeğin bu kadın korkusu kızım Eylül’ün feminist öğretmeninin bilinçdışına kadar sızar ve kadının matematikten erkek kadar anlamadığı ön yargısı şeklini alır. Erkeğin kadına duyduğu şehvetli arzu, kendisini onun karşısında zayıf hissetmesine yol açmış, bu da erki kaybetme tehlikesiyle kadından duyulan bir korkuya dönüşmüştür. Erkek, erk sahibi korkar mı hiç? O halde şeytani özelliklere sahip olan kadından nefret etmek gerekir.

Kadın nefreti, milliyetçilik, ırkçılık ve faşizmin gündelik yüzüdür.

Mizojini Yunanca kökenli bir kelime, miso (nefret) ve gynia (kadın) kelimelerinin birleşmesinden türetilmiş ve kadın nefreti anlamına geliyor. Bugün hâlâ devam eden ama geçmişte korkunç boyutlara varan sonuçları var kadın nefretinin. ‘Uygar’ batı toplumlarında ya da bizimki gibi gelişmemiş doğu toplumlarının güya batılılaşmış büyük şehirlerinde günlük tezahürü gözlerden kaçabilecek kadar rafine olabiliyor.

Beauvoircı terminolojiyle söylersek ‘ikinci cins’ kendisine bahşedilen sınırlar içinde kalarak hareket ettiği müddetçe, yani erkeğe müdahale etmeyip boyun eğer ve itaat ederse sorun yok kadın düşmanı erkek için. Kadına karşı çok nazik de olabilir ve tam bir centilmen gibi davranabilir. Aksi durumda kadın cezayı hak eder. Aşağılanmayı, küçümsenmeyi, şiddeti ve hatta tecavüzü.

Kadın bağımsız, mesleki olarak başarılı, ekonomik olarak erkeğe ihtiyaç duymayan ve kendilik bilincine sahipse erkeğin nefretini çekmeye başlıyor. Arka planda kalmaya razı olmayan, anne ve ev kadını rolleriyle yetinmek istemeyen, sesini yükselten, bir fikri olan ve hatta onu savunan, belli bir güce sahip kadınlar erkeklerin önemli bir kısmında kadın nefretinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Belki burada kadın nefretinin seksizmden ayrımını yapmakta fayda var. Seksizm kadına karşı genel olarak değersizleştirici bir tutum içinde olmak demektir. Kadının mesleğinden, yapıp ettiklerinden, tutum ve söyleminden bağımsız olarak onu değersizleştirmek, aşağılamak anlamına geliyor. Kadın nefreti ise erkeğin kendi erk ve egemenliğini tehdit altında hissettiği ve bu nedenle korkmaya başladığı durumlarda ortaya çıkıyor. Tabii bu işin yalnızca psikolojik yönü.

AB ülkelerinde yapılan bir çalışmada erkek katılımcıların üçte biri ilişkide kadınların rızası olmadan da seks yapılabileceğini düşünüyor. Yani daha açık konuşursak, AB ülkelerinde yaşayan erkeklerin üçte biri ilişki içinde tecavüzü onaylıyor ya da bu düşünce onlara ters gelmiyor. Bu erkeklere sorsak hiçbiri kadından nefret etmediğini ya da korkmadığını söyleyecektir doğal olarak. Ama karşılarındaki insanın rızası olmadan cinsel ilişkiye devam edebilmek ve bundan zevk almak, cinsel ilişkinin kendisini hakimiyet kurmanın bir aracı haline getirir ki, bu da bilinç dışı kadın korkusunun bir tezahürü olarak yorumlanabilir – burada BDSM ilişkilerde karşılıklı rıza ile yaşanan cinsellikten değil, kadın istemediği halde erkeğin az ya da çok zorlayarak cinsel ilişkiye devam ettiği durumlardan bahsettiğim açıktır sanırım.

Alman Spiegel dergisinin kendi web sayfası üzerinde yaptığı basit bir istatistiksel çalışmada da kadın politikacılarla gazetecilere yönelik nefret söylemi içeren hakaretlerin son yıllarda gözle görülür bir şekilde artış gösterdiği tespit edilmiş. Politikacı ve gazetecilerin fikirlerine yönelen saldırılar değil bunlar, doğrudan cinsiyetlerine, kadın olmalarına yönelik küfür, aşağılama ve tehditler.

Yine İngiliz Guardian gazetesinin kendi web sayfasında 2006 yılından beri yayınlanan makalelere yapılan yorumlar incelendiğinde korkunç bir tabloyla karşılaşıyoruz. 70 milyon yorum taranıyor ve en fazla ve en az nefret içerikli yorum alan gazeteciler tespit ediliyor. En fazla nefret içerikli yorum alan 10 gazetecinin sekizi kadın. En az nefret içerikli yorum alan 10 gazetecinin içindeyse kadın yok. Kadın düşmanlığına işaret eden bu söylemin 2010 yılından itibaren arttığı görülüyor. Yazı yazan kadınla aynı fikirde olmadıklarında bazı erkekler kendilerini kaybediyor ve doğrudan cinsellik içeren tehditler savurmaya başlıyorlar. En sık kullanılan tehdit, ‘Öldürüne kadar tecavüz etmek’. En masumu, kadının ait olduğu yere, mutfağa geri dönmesini söylüyor. Ya da konuşmasına izin verildiği için bile sevinmesi gerektiğini.

En sevilen tehdit tecavüz. Antik Roma dönemini anımsatıyor bu bana. ‘Suçlu’ kadına ceza olarak arenada izleyiciler önünde tecavüz ediliyor ve kadın öldükten sonra cesedi aslanlara atılıyordu o zamanlar. Bu sahnelerden sonra coşan kalabalık kentin sokaklarında fahişelere tecavüz etmeye devam ediyordu. Yeryüzü tarihinde erkeğin kadına duyduğu nefretten daha büyüğü ve sonuçları daha korkunç olanı yok. Buna faşizmin ve ırkçılığın bugüne kadar yapıp ettikleri de dahil.

Yine AB ülkelerinde yürütülen bir çalışma 15 yaş üstü kadınların hayatlarında en az bir kez ilişki içinde cinsel ve fiziksel şiddete maruz kaldığını gösteriyor. İlişkisi içinde şiddete maruz kalan kadınların üçte ikisi bunu polise ya da başka bir resmi kuruma – kendi içinde haklı nedenlerle – bildirmeye cesaret edemiyor.

 

Özellikle tehdit altında olanlarsa aşırı sağ görüşlü- buna dini muhafazakarlar da dahil – erkeklerle birlikte olan kadınlar. Aşırı sağcı ideolojinin temelinde eşitsizlik ilkesi yattığı için, öteki olan herkes ve her şeyden nefret edilmesi ve dolayısıyla yok edilmesi gerekliliği anlaşılabilir bir olgu. Ama bu kesinlikle sağ görüşlü olmayan erkeklerin şiddet uygulamadığı, kadın nefretinin onların zihinlerine örtük ya da açık bir şekilde kazınmadığı anlamına gelmiyor.

Erkek çocuğun doğduğu andan itibaren bu konuda anne-babası ya da kendisine en yakın bakımı veren kişiler tarafından, artık içselleşmiş ve bu nedenle bilinç dışı hale gelmiş kadın nefreti konusunda bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bunun gerçekleşmesi de sanırım toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki farkındalığın yaygınlaştırılması yoluyla olacaktır.

Bilimsel çalışmalar özellikle kadına yönelik şiddet ve tecavüz sahneleri içeren porno filmlerinin izleyenlerin gözünde kadını değersizleştirdiğini, kadına karşı empatiyi azalttığını gösteriyor. Bu olumsuz etki izleyenlerin yaş ortalaması düştükçe daha da çok artıyor. Yani kimi feminist gruplarca iddia edildiği gibi porno cinsel özgürlüğü temsil etmiyor her zaman.

Bazı erkek çocukları çocukluk travmaları nedeniyle daha zedelenebilir (vulnerable) olabiliyor ve kendilik değerleri çok güçlü olmayabiliyor. Eline evdeki silahı alıp okulunda özellikle kız öğrencileri ve kadın öğretmenlerini öldüren erkek çocukların incelendiği çalışmalarda çok küçük hayal kırıklıklarının içlerindeki kadın nefretinin ortaya çıkmasına neden olduğu görülüyor. Bu küçük hayal kırıklığı bir kız tarafından reddedilme, ya da arkadaşlarının alayına maruz kalma olabiliyor. Bu erkek çocukların evlerindeki bilgisayarları incelendiğinde birçoğunun son günlerinde, içinde kadına yönelik şiddet ve aşağılamanın olduğu porno filmleri izledikleri görülüyor.

Bu haftaki yazımı bir kitap önerisi yaparak sonlandırmak istiyorum. Her ne kadar yalnızca batıdaki kadın düşmanlığını ele aldığı ve biraz yüzeysel kaldığı yönünde eleştiriler almış olsa da konuya toplu bir bakış açısı sunması açısından önemli bir kitap olduğunu düşünüyorum. Ben yararlandım kısacası. Elbette bu konuyu daha derinlikli işleyen oldukça geniş bir literatür var. Önümüzdeki haftalarda onların arasından da önereceklerim olacak.

http://www.dr.com.tr/Kitap/Mizojini-Dunyanin-En-Eski-Onyargisi/Jack-Holland/Felsefe/Felsefe-Bilimi/urunno=0000000696729

 

“Bir gün gelecek kadınların altından gözleri olacak. Altından saçları olacak.

Bir gün gelecek, erkekler ve kadınlar cinsiyetlerinin şiirini tekrar keşfedecekler.

O gün gelecek, hepimizin özgür olacağı o gün.

Hepimiz özgür olacağız, şimdiye kadar hayal edebildiğimiz her özgürlükten daha özgür.

Ve bizi bozan ne varsa, yok olup gidecek.

Özgür olacağız.

Birlikte özgür olacağız, kadınlar ve erkekler.

Ve ellerimiz iyilik yapma yeteneğini kazanacak.

Ve ellerimiz sevme yeteneğini kazanacak.

Ve bu bizim özgürlüğümüz olacak.”

 

Ingeborg Bachman

 

Kadın nefretini anlamak istiyorsak mutlaka ataerkini (patriarki) anlamak zorundayız. Ataerkinin nasıl ortaya çıktığını, mülkiyetin ortaya çıkışını anladığımızda erkeğin şiddetinin neden kadına yöneldiğini de daha iyi anlarız.

Patriarki kelimesi baba egemenliği anlamına gelir ve erkeğin egemenliği anlamında kullanılır. Bundan takriben 6 bin yıl kadar önce ortaya çıkmıştır. Antropologları, özellikle feminist antropologları şu soru hep meşgul etmiştir. Patriarkiden önce matriarki, yani anaerki var mıydı? Kadının iktidarda olduğu bir zaman dilimi söz konusu muydu? Bu soruya gelecek haftaki yazımda yanıt vermeye çalışacağım.

Bugünkü yazım bu konuda yaptığım antropoloji okumaları sonrasında ortaya çıkmıştır. ‘Aşkın Halleri’ kitabımın son baskısına eklediğim bu bölümün ‘Mizojini’ serisinin bu bölümüne de uygun olduğunu düşünüyorum. Yazı cinselliğin insanlık tarihi boyunca nasıl yaşandığını ve nasıl bir değişim göstererek kadına şiddetin, kadın nefretinin bir aracı haline geldiğini anlatıyor.

Yukarıdaki şiir benim gençlik günlerimde başucumda bir şiir kitabı gibi tuttuğum ‘Malina’ romanıyla tanınan büyük Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’ın bir şiiri. Çeviri bana aittir. Kendisinin şu sözünü de çift terapilerinde çok sık anımsadığımı belirtmeden geçemeyeceğim. “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar.”

Bu hafta size bu konuda iki kitap önereceğim. Birincisi ‘Kadın Antropolojisi’ Hazırlayan, Rayna R. Reiter, Dipnot Yayınları. Diğeri ‘Çöküş’ Yazarı Steve Taylor, Mayakitap Yayınları…

Toplumsal bir kurum olarak ailenin kökeni anne, çocuk ve kardeşler arasındaki ilişkiye dayanır. Anne çocuk ve kardeşler arasındaki ilişkinin özel bir ilişki olduğu bilgisi ailenin doğuşuna olanak sağlar. Erkeğin dölleme yetisinin varlığı çok sonra fark edilmiş ve baba böylece ailenin içine dahil olmuştur. Babanın ailenin içine dahil olması ve anne baba arasındaki ilişkinin önemi ailenin kurumsallaşmasının başlangıcı olarak kabul edilir.

Tarih öncesinden Taş Devri’nin sonlarına kadar olan zaman diliminde insanın toplumsal organizasyonlarıyla ilgili çok az bilgi var elimizde. Taş Devri öncesinde insanlar sürüler halinde, 20-40 kişilik akrabalardan oluşan avcı toplayıcı gruplar olarak yaşıyorlardı. Cinsiyetler arasında da fiziksel güçlerine uygun bir iş bölümü vardı. Erkekler avcı, kadınlar toplayıcı olarak çalışırlardı. Antropologlar sürüler halinde yaşayan insanların cinsel partnerlerini sürü içinde (endogami) değil de, diğer sürülerde (ekzogami) – ensest yasağı – bulduklarını düşünüyorlar. Endogami sayesinde farklı grup ve sürüler birbirleriyle ilişkiye girerek yakınlaşabiliyorlar. Birbirlerini ziyaret ediyor, değiş tokuş yapıyorlar. Bu da onların karşılıklı bir sorumluluk taşımalarına neden oluyor. Yani ensest yasağının insanlığın toplumsal organizasyonlar oluşturmalarındaki ilk ve en önemli adımlardan olduğu söylenebilir.

Yaşam koşulları nedeniyle çocuk sayısı da korunma, kürtaj ve çocuk öldürme (infantisid) gibi yöntemlerle sınırlanıyordu. Zaten uzun emzirme dönemleri ve cinsel tabular da çocuk sayısının artmasına engel oluyordu. Kürtaj ve çocuk öldürme çocuk sayısını sınırlama için en önemli yöntemlerdi.

Avcı-toplayıcılıktan bahçe tarımcılığına geçiş yaşam koşularında ve biçimlerinde temelden değişikliklere neden oldu. Bu dönemde de atalarımız, akrabalıkla birbirine bağlı ama çekirdek ailenin arka planda olduğu topluluklar olarak yaşıyorlardı. Bahçede çalışacak iş gücüne ihtiyaç olduğu için, çocuk sayısında belli bir artış olmaya başladı, çünkü kürtaj ve çocuk öldürme yavaş yavaş ortadan kalktı.

Bahçe tarımına geçişle birlikte ataerki de ön plana çıkmaya başladı. Patriarkal yapının ön plana çıkmasına neden olan en önemli etken bu dönemde yetersiz besin kaynaklarının paylaşımı için savaşların başlamasıdır. Ve günümüze kadar bu ataerkil düzen sürüp gider. Gittikçe şiddetlenerek üstelik. Savaşları, tecavüzleri, işkenceleri yapan hep erkektir.

Günümüzde kadın belli haklara sahip olsa bile 3’üncü Dünya Savaşı’nın başladığı ve giderek şiddetlendiği günümüzde kadın aklının yine rafa kaldırıldığını ve erkek vahşetinin ulaşabileceği en üst düzeye vardığına tanık oluyoruz. Savaşın sona ermesi, barış, dayanışma, dostluk, hoşgörü kültürünün egemen olması, insanların birbirleriyle rekabet ettikleri değil, ‘tekrar’ sanatla müzikle uğraşarak huzur ve mutluluk içinde yaşar hale gelmeleri için kadınlığın erkek egemenliğine son vermesi ve anaerkinin değil ama kadın erkek arasındaki eşitliğin gerçek anlamda inşa edilmesi birincil koşuldur.

Kadın bedeni üzerinde kurulmak istenen ve kurulan hakimiyet ataerkil düzenin, yani ‘varoluş’ yerine ‘sahip oluş’un geçmeye başlaması anlamına gelir. Kadının kontrol edilmesi, doğurganlığın, dolayısıyla insanlığın devamının kontrol altına alınması demekti. Öyleyse cinselliğin kendisine atfedilen anlam değiştirilmeli, özellikle kadının cinselliğini kendi istediği şekilde, özgürce yaşaması engellenmeliydi. Oysa ilkel dediğimiz atalarımız zamanındaki beden ve dolayısıyla cinsellikle olan ilişki bugün tahayyül bile edilemez.

Henüz ataerkil düzenin egemenliği söz konusu değilken, ilkel atalarımız çırılçıplak dolaşıyorlardı. Hatta Avusturalya yerlileri Aborjinler günümüzde de çırılçıplak dolaşır ve cinsel organlarının gizlenmesi gereken bir şey olduğunu düşünmezler. Çocukların cinsel organlarını oyun amaçlı gıdıklarlar. Tıpkı bizlerin çocukların burunlarını, yanaklarını sıkmamız gibi.

İlkel insanlarda cinsellik zevk almanın sağlıklı ve doğal bir yolu olarak görülür. Aborjinlerde cinsellik konusu, hatta sevişmenin kendisi çocuklardan asla saklanmaz. Çocuklar beş yaşından itibaren, aralarında cinsel ilişkiyi taklit etmek de olmak üzere, çeşitli cinsel içerikli oyunlar oynarlar. Cinsel ilişkiye de çok daha erken yaşta, örneğin dokuz yaşında başlarlar.

Bu bütün ilkel halklar için geçerlidir. Antropolog Malinovski’nin Trobriand Adaları’nda yaptığı gözlemler de bunu doğruluyor. İlkel halklar cinsel hayatları daha başlamadan birbirlerinin cinsel organlarını merak ettikleri için geliştirdikleri oyunlarla cinsel zevki keşfederler.

Cinsel olgunluğa eriştiklerindeyse biz modern insanı şok edecek bir özgürlüğe sahip olurlar. Birçok halkta bekaret anlamına gelecek sözcük dahi yoktur. Ergenlik dönemi cinselliği öğrendikleri ve deneyimledikleri yaşlar olarak kabul edilir.

Birçok ilkel kabilede çocukların kendilerine ait yatakhaneleri vardır ve burada özgürce farklı eşlerle cinsel deneyimlerini geliştirirler. Yetişkinlerin bu yatakhanelere girmesi yasaktır. Üst üste üç gece aynı kızla sevişen oğlanlar cezalandırılır. Bir köyün gençleri diğer köyün yatakhanesine giderek başka cinsel partnerler bulabilirler. İlişkiyi oğlanlar kadar kızlar da başlatmakta özgürdür. Cinselliğin öğrenildiği bu dönem, insan hayatının en özel ve eğlenceli zaman dilimi olarak değerlendirilir. Oysa, başka nedenlerle de elbette, ergenlik günümüzde insanın en sıkıntılı yaşam evrelerinden biridir maalesef.

Çocuklar ergenliğin sonunda çift olmaya başlarlar. Eşlerini seçmek konusunda serbesttirler. Anne babaları onları eşlerini seçme konusunda kısıtlamaz ve zorlamaz. Çift olmaya evlenmekten ziyade bağlanmak diyebiliriz, çünkü herhangi bir ritüelleri yoktur. Bağlandıklarında da cinsel özgürlükleri devam eder. Hatta evlilik dışı cinsel ilişki yaşamaları ahlaki bir görevdir. Örneğin kuzenleri onlardan cinsel deneyim edinmek için bir istekte bulunduğunda bunu karşılıksız bırakmamaları gerekir. Aksi takdirde cinsel organları konusunda çok cimri olmakla itham edilirler.

Birçok kültürde insanların yeni insanlarla cinsel ilişki yaşamaları için festivaller düzenlenir. Trobriand Adalı kadınlar, günümüzde bile yer elması hasadı sırasında adalarda dolaşıp diğer adalardan gelen erkeklere ‘tecavüz’ ederler ve eğer yeteri kadar tatmin olmazlarsa erkeklerin kulaklarını ısırarak onları cezalandırırlar.

Erkek ve kadının cinsel ilişki farkı da saygıyla karşılanır. Aborjinler kadınların birden fazla erkekle cinsel ilişki yaşamasına izin verirler. Çünkü bir erkeğin sevişme tarzı kadınları her zaman tatmin etmeyebilir.

Yeni Zelanda’da bazı yerli kabilelerde kadınlar daha haz dolu ve ‘narin’ seks için 13-14 yaşlarındaki erkek çocuklara seks dersleri verirler. Onlara, kadınlara nasıl zevk vereceklerini öğretirler. Bu dersler sonucunda delikanlıların, kadınların sevişme sırasında birden fazla orgazm olmalarını sağlamaları beklenir. Eğer bunu başaramazlarsa haklarında dedikodu başlar ve onların eş bulmaları zorlaşır. Bir erkek erken boşalıp eşini tatmin edemezse kadın bunu arkadaşlarına anlatır ve erkek kısa sürede yetersiz bir sevgili olarak kötü bir üne kavuşur.

Yemeklerini paylaştıkları, en temel eşyalar dışında hiçbir şeye bireysel olarak sahip olmadıkları gibi eşlerine de sahip olduklarını düşünmezler.

Eşcinselliğe de garip bakmazlar. Transseksüeller 19’uncu yüzyılın yarısına kadar Amerikan yerlileri arasında kabul ve hatta saygı görürdü. İçlerinde iki ruh taşıdıklarına inanılır ve bazıları şamanlıkla onurlandırılırdı.

Bazı kültürlerde erkeklerin erkeklik gücü kazanmaları için yeteri kadar meni yutmuş olması gerektiği için, olgun erkeklerle oral ve anal seks yapmaları gerekiyordu.

İlkel dönemlerden tarih öncesi döneme geldiğimizde de, insanların cinsellik ve insan bedenine suçluluk duygusundan uzak bir tutumları olduğunu biliyoruz. Sanatlarına cinsel içerikli resimler hakimdi. Büyük memeli kadınlar, uyarılmış penisler, vajina şeklinde kakma ve oymalar vardı. Vajina şeklinde kapıları olan rahim şeklinde anıt mezarlar bulunmuştur.

İlk cinsel devrim MÖ 4000’lerde yaşanmıştır. Savaşların, ataerkinin ve toplumsal eşitsizliğin ortaya çıkmasıyla birlikte cinselliğe ve bedene bakış da değişti. Çöküş kitabının yazarı Psikolog Steve Taylor’ın tanımıyla “egonun ortaya çıkması” ruh beden ikiliğine kadar gitti ve beden küçümsenen, tiksinilen, utanılan yan olmaya başladı. İnsanlar kendi bedenleri olmak yerine, artık o bedenin içindeki ruh olmaya başlamışlardı. Beden artık ötekiydi ve ötekinin olduğu yerde korku ve düşmanlık vardı.

Taylor’ın ‘çöküş’ olarak adlandırdığı insanlık tarihinin mutlu dönemlerinin bitişi ve günümüz modern toplumlarının temelinin atılmasına şu ikilikler açısından bile bakmak yeterli aslında: Farklı insan toplulukları arasında çatışma (savaş), farklı toplumsal sınıflar ve gruplar arasında çatışma (toplumsal eşitsizlik), kadın ve erkek arasındaki çatışma (ataerkillik) ve insanla doğa arasındaki çatışma (çevre sorunları). Ego ve beden arasındaki çatışmaya da aynı pencereden bakılabilir. Aşırı gelişmiş eril ego sadece diğer insanlar – özellikle de kadınlar – ve doğa üzerinde değil, kendi bedenleri üzerinde de tahakküm kurmaya çalıştı. Tamamen doğal ve insani içgüdüler günahkar, tamamen bedensel süreçlerse kirli ilan edildi. D.H. Lawrence’in dediği gibi: “Müstehcenlik, ancak akıl bedeni küçük gördüğünde ve ondan korktuğunda, beden ise akıldan nefret edip ona karşı koyduğunda sahneye çıkar.” Her üç tek tanrılı din de tenin yozlaşmasıyla ruhun saflığını karşı karşıya getirerek aynı karşıtlığı, ikiliği gündeme getirmişlerdir.

İnsanların bedenlerine karşı beslediği açık ve olumlu tavırdan baskıcı ve suçluluk duygusuyla yüklü bir tavra doğru yaşadıkları bu dönüşüm Taylor’a göre ruhsal rahatsızlıkların da ortaya çıkmasında rol oynayan en önemli etken. Ona göre, insanların kendi bedenlerine bu kadar yabancılaşmasının tek nedeni ego patlaması. Ve bu ego patlaması nedeniyle ortaya çıkan ruh-beden ikiliği. Ego bedene sadece kendinden başkası olarak değil, aynı zamanda aşağı bir varlık olarak da baktı.

Söz konusu olan aynı zamanda bir kontrol meselesiydi. Aşırı gelişmiş ego her şeyden çok iktidarı istiyordu. Bu iktidar tutkusu, savaşın, toplumsal eşitsizliğin ve ataerkilliğin en temel nedenidir, Taylor’a göre.

Ego elbette bedeni de kontrol etmek istiyordu. Cinsellik ve bedene yönelik bütün kısıtlamaları bu yönde bir çabanın ürünü olarak değerlendirebiliriz. Ancak sorun şu ki, doğadan gelen içgüdülerimizi ne kadar kontrol altında tutmak istesek isteyelim bunu başaramayız. Cinsel dürtülerimiz içimizi kemirecek ve fırsatını bulduğunda su yüzüne çıkacaktır. Gandhi 37 yaşından sonra hiç cinsel deneyim yaşamamış ve 30 yıl geçtikten sonra cinsel içgüdülerine tamamen hakim olduğuna inanmıştı. Ancak yaşlı bir adam olarak bir sabah uyandığında müstehcen bir rüya gördüğünü anımsadığında kahrolmuştu. İşte tam da bedenin bu başına buyrukluğu, asiliği egonun ona düşmanlık beslemesine neden oluyor.

Kadına duyulan düşmanlık bedene duyulan düşmanlıkla yakından ilgilidir. İnsanlığın bu narsistik patlamasının getirdiği sahiplenme hırsı kadına da yöneldi. Kadına bir mal gibi sahip olmaya başladıktan sonra, kadının başka bir erkekle cinsel ilişki yaşaması hırsızlık ya da hak ihlali olarak görülmeye başladı. İnsan olmanın manası ‘varoluş’tan ‘sahip oluş’a böyle evrildi. Kadın cinselliğinin özgürleşmesi insanlığın varoluş mücadelesinin en önemli kazanımlarından biri olacaktır. Ama kadın cinselliğinin özgürleşmesi günümüz modern şehirli kadının istediği erkekle, istediği zaman cinsellik yaşaması, sadakatsizlik konusunda kadının erkeğe yetişmesi değildir. Çünkü sevişmekte özgür olan kadın ya da özgürce cinsellik yaşama olanağına sahip olan kadın, erkek hakimiyetindeki düzenin tanımladığı kadındır. Fit, her zaman bakımlı, seksi, bedenini bir cinsel obje olarak erkeğin göz önüne süren plastik cerrahi ve kozmetiğin esiri olan kadın.

Bugün kadın ve erkek arasındaki özgürleşmenin önünde günümüzün korkunç güzellik anlayışı var. Oysa “en çirkin yerinden sevmeye başlamak istiyorum seni” diye seslenebilmeli erkek kadına, kadın erkeğe. Çünkü her şeye rağmen, hâlâ faşizmin giremediği tek yer, Eluard’ın da dediği gibi, iki insan arasındaki ilişkidir.

Günümüzde yaşadığımız toplumsal eşitsizlik, savaşlar, yani ataerki ve buna bağlı gelişen yüzlerce ruhsal sorun yalnızca 6 bin yıldır var. 125 bin yıllık insanlık tarihini düşündüğümüzde oldukça kısa bir süre. M.Ö. 8 bin yılına kadar insanlık esas olarak avcı toplayıcı olarak yaşadı. Yani vahşi hayvanları avlayarak (daha çok erkekler tarafından) ya da yabani ot, kabuklu yemiş, meyve ve sebze toplayarak (daha çok kadınlar tarafından) hayatta kaldı. Küçük gruplar halinde yaşıyorlardı ve göçebeydiler. Bir yerdeki yiyecek kaynakları azalınca başka yerlere göç ediyorlardı. Gruplar birbirleriyle etkileşim ve iletişim halindeydiler. Birbirlerini ziyaret ediyor, birbirleriyle evleniyor ve üye değiş tokuşu yapıyorlardı. Bilim insanları önceleri ana besin kaynağını erkeklerin karşıladığını düşünüyordu. Günümüzde bile, erkeğin esas olarak evi geçindiren taraf olmasıyla ilgili ön yargıydı bu. Çünkü yapılan yeni araştırmalar avcı – toplayıcı zamanlarda kadınların yiyeceklerin yüzde 80-90’ının karşıladığını gösteriyor.

Çöküş kitabının yazarı Steve Taylor’ın kitabında üzerinde durduğu önemli bir nokta şu: Tarih öncesi döneme yönelik tamamen yanlış bir varsayım var. Bilim insanları da, o zamanların çok zor ve sıkıcı geçtiği, hayatın baştan sona güçlükler ve ıstırapla dolu olduğunu düşünüyor. Avcı – toplayıcıların hayatı belli açılardan zordu evet. Hayatın kısa oluşu, vahşi hayvanların saldırılarına uğrama tehlikesi, doğa şartları ve hastalıklar. Ama diğer yandan oldukça basit, mutlu ve huzurlu bir hayatları da vardı. Örneğin yemek aramaya zamanlarının çok azını ayırıyorlardı. Haftada 12 ila 24 saat. Onlara “tarihteki ilk refah toplumu” bile dendi bu nedenle. Birçok antropolog avcı – toplayıcılarının hayatının “stresten uzak, sosyal, barışsever ve hayat dolu” geçtiğini söyler. Örneğin günümüzde de Avustralyalı Aborjinler günde sadece dört saat yemek arar ve günün geri kalanında müzik ve sanatla ilgilenirler, birbirlerine hikaye anlatırlar ya da aileleri, arkadaşlarıyla vakit geçirirler.

Beslenmeleri de bugün en ünlü diyetisyenlerimizin tavsiye ettiği şekildedir. Cerrahpaşa’dan hocam Prof. Dr. Ahmet Aydın boşuna ‘Taş Devri Diyeti’ kitabını yazmadı. Fizyolog Jared Diamond’ın çalışmaları, Yunanistan ve Türkiye topraklarında yaşamış olan avcı – toplayıcı erkeklerin ortalama 177 cm, kadınların ise 167 cm boya sahip olduklarını gösteriyor. Tarıma geçildikten sonra bu ortalama 159 ve 154 cm’ye düştü. Günümüz Türkiye ortalaması bile buna yetişemiyor, 172 ve 161 cm.

Savaşa dair hiçbir kanıt yok. Bulunan arkeolojik kanıtlarda toplu şiddete dair hiçbir iz yok. Sayısız alet ve çanak çömlek gibi tarihi eser bulunmasına rağmen hiç silah bulunamamış. İnsanların bırakın savaş yapmasını, örgütlü grup şiddeti uyguladığına dair tek bir bulgu yok. Birçok tarihçi tarihin başlangıcını yaklaşık M.Ö. 3500 yılında ortaya çıkan Mısır ve Sümer uygarlıkları olarak kabul eder. O tarihten bugüne insanlık tarihine baktığımızda bir savaş tarihleri kronolojisine tanık oluruz. Beni ortaokul ve lisede tarih derslerinde en fazla zorlayan şey birbiri ardına sıralanan ve nedenleri hemen hemen birbirinin aynı ama aktörleri değişik savaşları ezberlemekti. Birbirlerinden bir farkı olmadığı için de bugüne o tarihten hiçbir şey kalmadı aklımda. Uzun süre bizim tarih dersi yazıcılığımızın bir hatası olduğunu düşündüm bunun. Oysa daha sonra kendim özel bir tarih okuması yaptığımda gördüm ki, ataerkinin hakim olduğu dönemden beri insanlık tarihi gerçekten sadece savaşlardan oluşuyor.

İlk insanların modern insandan çok daha saldırgan, savaşçı ve vahşi olduğuna dair mitin kesinlikle doğru olmadığı son birkaç on yıldır yapılan arkeolojik ve etnolojik araştırmalar sayesinde artık biliniyor. Aksine ne gruplar arası, ne de bireyler arası şiddet yok ilkel atalarımızda. Hatta avcı-toplayıcı atalarımız belirgin bir şekilde savaş karşıtı insanlardı.

Ataerkillik savaş ve toplumsal eşitsizlikle birlikte insanın çöküş döneminin en önemli özelliğidir Taylor’a göre. Testosteron ve bencil genler savaşların olduğu kadar ataerkinin de nedeni, yani normal olarak görüldü birçok bilim insanı tarafından. Oysa bu kesinlikle doğru değil. Çünkü insanlık tarihi içinde ataerkillik de oldukça yeni bir durum. Paleolitik ve erken Neolitik dönemlere (yani Yontma Taş Devri ve erken dönem Cilalı Taş Devri’ne) ait sanat eserleri, ölü gömme törenleri ve kültürel alışkanlıklar bunun doğru olmadığını gösteriyor. Bu toplumlar anaerkil olmasalar bile anasoylular. Yani çocuklar anaya ait sayılıyor ve mülkler anne tarafından miras bırakılıyor.

M.Ö. 4 binden beri kadınlar kölelerden biraz daha iyi bir konumda bulunuyorlar sadece. Siyasi, kültürel ve dini hiçbir etkinlikleri yok. Schopenhauer’in görüşüyle “çocukça, aptal ve kıt görüşlü… çocukla erkek arasında ortalarda bir yerlerde.” durdukları düşünülüyor. Mülk edinemedikleri gibi kendilerine mülk muamelesi yapılmaya başlanıyor.

En korkunç uygulamalardan bir tanesi de ‘dul cinayeti’ denen şey. Kocası ölen kadının kısa bir süre içinde öldürülmesi ya da kendini öldürmesi gerekiyor. Bu gelenek 20’nci yüzyıla kadar Hindistan ve Çin’de uygulanmaya devam etti.

İlk büyük imparatorluklarda ve Antik çağlarda aile yapısını ve akrabalık ilişkilerini belirleyen ataerkil düzendi. Mısır’da kadınların hâlâ belli hakları varken, hatta belli bir iktidar gücüne sahip olabilirken Yunan ve Roma imparatorluklarında durum kadın için hiç de iç açıcı değildi. Oikos (Yunanistan) ve familia (Roma) anne, baba, çocuklar ve kölelerden oluşuyordu. Aile esas olarak çekirdek aileydi ama çekirdek aileye köleler de dahildi. Ve babanın bütün aile bireyleri üzerinde kesin egemenliği söz konusuydu. Kadını, çocukları ve köleleri cezalandırabilir, gerekirse öldürebilir veya satabilirdi. Kadınların çocuklardan daha fazla hakları yoktu. Ailenin devamı erkek çocuklar aracılığıyla sağlanıyordu.

Özellikle Roma İmparatorluğu’nda akrabalık sistemi patriarkal yapıya rağmen kadını belli bir ölçüde koruyordu. Kadın kocasına değil babasına tabiydi. Bu da kendisine kocasının evinde belli bir özgürlük kazandırıyordu. Özellikle babasının ölümüyle birlikte özgürlüğüne tam olarak kavuşuyordu. Ev içinde görevleri esas olarak çocukların yetiştirilmesiydi.

Erkeklerin evlenme yaşı yüksekti, kadınlarınki daha düşük. Evlilik için her iki tarafın ve babaların onayı ön koşuldu. Gelin belli bir drahoma getirmek zorundaydı ama damat buna dokunamıyordu. Boşanmalar sıktı ve gelin boşanınca drahomasını alıyordu. Evlilik anlaşması olmadan birlikte yaşamak da mümkündü ama yasal çocuklar ancak evlilikle mümkündü. Evlilik dışı çocuklarsa toplumda dışlanmıyorlardı.

Ölüm oranının yüksekliği hayatta kalan çocukların sayılarını sınırlıyordu. Ayrıca çocuk öldürme, çocuk sayısını sınırlamak için en çok kullanılan yöntemdi. Aileler kendi çocuklarının sayısını sınırlı tutarken, evlat edinme müessesesi önem kazanmıştı. Köleler üzerine kurulu ekonomik düzen de, ayrıca aile işletmelerinin azalmasına neden oldu. Doğum kontrolü nedeniyle nüfusun azalması ve köleler üzerine kurulu ekonomik düzen tarihçilere göre Roma İmparatorluğu’nun çökmesinin ana nedeniydi.

Roma döneminde ailenin geçirdiği değişim bugünkü post modern değişimin neredeyse aynısıydı: Boşanma oranının yüksekliği, evlenmeden birlikte yaşayanların artışı, çocuk sayısının azalması.

Ortaçağ’da aile içinde ataerkil yapı devam ediyor olmasına rağmen aile reisinin gücü geçmişe göre azalmaya başlamıştı. Köklerin devamının ailenin ana motifi olması, yerini üretime dayalı aile modeline bırakmıştı.

Hristiyanlığın M.S. 4’üncü yüzyıldan itibaren devlet dini olmasıyla aile önemli bir değişikliğe uğradı. Çocuk öldürme yasaklandı. Birlikte yaşamak, boşanmak, yeniden evlenmek, evlatlık edinmek yasaklandı. Evliliğin diğer kuralları derebeylerin ve ailelerin verdikleri izne bağlıydı. Yine de bireylerin karşılıklı oluru da alınıyordu. Daha öncesiyle karşılaştırıldığında bu kadına görece olarak belli bir söz hakkı verilmesi anlamına geliyordu.

Aileye anne, baba, çocuklar, çıraklar, hizmetçiler dahildi. Aileyi bir işletme olarak düşünmek daha doğruydu. Bu koşullar altında duyguya yer olduğunu düşünmek safdillik olur. Çiftçi ailelerde çocuklar neredeyse yürüyebildikleri zamandan itibaren tarlada çalışmaya gidiyordu. Endüstri öncesi zamanda çocukların yetiştirilmesinde sevgi ve ilgi görmeleri söz konusu değildi. Bu sevgi ve ilgi yoksunluğu eşlerin kendileri için de geçerliydi.

Ailelerde üyeler de çok sabit değildi. Bir kere ölüm oranı çok yüksekti. Çocuklar başka ailelere hizmetçi ya da çırak olarak gidiyordu vs. Eksik olanın yeri hemen doldurulmak zorundaydı. Erkek ya da kadın ölürse hemen yeniden evleniliyordu. Günümüzde ‘patchwork familiy’ olarak tanımlanan aile biçimi o dönemde de geçerliydi yani.

Endüstrileşme döneminde aile çeşitliliği oldukça fazlaydı. Ama bu döneme özgü en büyük değişiklik, üretim alanıyla aileye ait alanın birbirinden ayrılması oldu. Böylece aile tüketimin ve özel hayatın yaşandığı alan haline dönüştü. Protestanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte Katolik kilisesinin getirdiği birçok yasak ortadan kalkmıştı. En önemlisi de boşanma serbest bırakılmıştı. Ama ailenin daha dindar bir hale geldiği ve babanın, annenin de yardımıyla Hristiyan inancını çocuklara öğretme misyonunu üstlendiği bir zaman oldu bu çağ. Aydınlanmayla birlikte 18’inci yüzyıldan itibaren kişi hakları önem kazanmaya başladı. 19’uncu yüzyıl romantizmi evlilik ve ailenin daha da öznel koşullara kavuşmasını sağladı. Endüstrileşmeyle birlikte ‘evdeki insan topluluğu’ anlamına gelen ‘familia’ giderek özel bir ‘anne, baba ve çocuk topluluğu’na evrildi.

Kişiler eşlerini ararken üçüncü şahısların istek ve kararlarına bağlı kalmak zorunda olmamaya başladılar. Çocuklar bir iş gücü olarak değerlendirilmekten kurtuldukça daha fazla duygusal ilgi ve sevgiye kavuştular. Çocukluk ve gençlik, öğrenme ve eğitim evreleri olarak değerlendirilmeye başladı. Bu burjuva aile biçiminde çocukların sayısı 2-4 arasındaydı. Erkek 30’larına doğru evleniyordu, kadınsa ondan 5-6 yaş daha küçüktü. Evlilik kararı karşılıklı sevgi ve ortak karar sonucu alınıyordu. Aile gittikçe özel alan olarak değerlendirilmeye başlanıyor ve bireyin kendini kamusal alandan sınırlamasına olanak sağlıyordu.

Cinsiyete dayalı rol dağılımı çok netti artık. Erkek ailesini beslemekle görevliydi, anne de çocukların bakımı ve ev işlerinden sorumluydu. Ama ev işleri üretimden sayılmadığı için değersiz bulunuyor ve erkekle kadın arasındaki denge kadının aleyhine net bir şekilde bozuluyordu. Erkeğin otoritesi kesin olarak geçerliydi. Böylece ataerkil düzen egemenliğini korumuş oluyordu. Erkek ve kadının görevleri tarihin hiçbir döneminde bu kadar net bir şekilde birbirinden ayrılmamıştı ve bu da burjuva veya modern ailenin ideal modeli olarak kabul ediliyordu. 20’nci yüzyılın ikinci yarılarına kadar Batı dünyasında varlığını sürdürdü modern aile biçimi. Bizimki gibi ülkelerin metropollerinde hâlâ en yaygın aile modeli olmaya devam etmektedir.

Bu aile modeli uzun süre yaygınlık kazanmadı. Çünkü maaşla çalışan proleter ailelerde bu idealin gerçekleştirilmesi pek mümkün değildi. Ailenin ekonomik olarak ayakta durabilmesi her iki eşin de çalışmasıyla mümkündü çünkü. Çocukların da çalışması neredeyse bir kuraldı. İşçi ailelerin yaşam koşulları endüstri öncesi ailelerin yaşamlarından pek farklı değildi. Çocuk sayısı daha fazlaydı, evlenme yaşı daha düşüktü.

20’nci yüzyılın ortalarına kadar modern ailenin hakimiyetiyle geçti. Tarihsel olarak bu model oldukça kendine özgüydü. Ailenin yeniden bir değişime uğradığı 60’lı yılların sonunda bu durum nedense unutuldu. Sanki evrensel aile modeli buymuş gibi. Oysa bugünkü dönüşüm tarihsel olarak geçmişte yaşanan dönüşümlere oldukça benzemektedir. Modern ataerkil ailenin altın çağı 50-60’lı yıllara denk gelmektedir. 70’lerden sonra feminist hareket, cinsel devrim ve 68 hareketi aileye de başka bir ivme kazandırmış, çiftlerin ilişkilerini duyguların belirlemesi ön plana çıkmış, patriarkal yapı giderek gücünü yitirmeye başlamıştır.

Sıradan, modern Türk ailesini yazmak istediğimde, nerede ne okuyabilirim bu konuda diye düşündüm öncelikle. Sonra da kendi ailemi yazarsam aslında tipik Türk ailesini yazacağımı fark ettim. Öyleyse başlayalım.

Annem saçını çocuğu ve kocası için süpürge etmiş, klasik bir anneydi. Hayatı boyunca yalnızca bir iki ay çalıştı. Ana okulu öğretmeni olarak. Babamla nişanlandıklarında babam ona “Senin çalışmanı istemiyorum.” dediğinde, itiraz etmek aklının köşesinden dahi geçmedi. Ben belli bir yaşa gelip de, neden çalışmadığını sorduğumda, “Baban çalıştırmadı, oğlum.” demişti. Bu kocam çalıştırmadı kalıbı, modern ama ataerkil aile düzeninin net bir ifadesidir. Her ikisine de sorsanız, kadın ve erkeğin eşit olduğunu söylerler bu arada.

Sonuçta her ikisi de eğitimli insanlar, babam eczacılık fakültesi mezunu, Cumhuriyet gazetesi okur, kendini sosyal demokrat olarak tanımlar ve CHP’ye oy verir. Dindar değildir, hatta inancı yoktur. Annemse Müslüman olduğunu yalnızca ramazan aylarında anımsayıp kendi kendine ya da bana “düzenli namaz kılmaya başlasam iyi olacak.” diye söylenip hayatına kaldığı yerden devam eden bir kadındı. İsteyerek ve karşılıklı onaya dayalı bir evlilik yapmışlardı. Ama ailelerinin onayını da alarak. Büyük olasılıkla bu onay olmasa çok isteseler dahi evlenmezlerdi. Patriarkal düzenin büyük şehirde devamının tipik bir göstergesidir bu da.

Annem baba evini evlendikten sonar terk eden, ilk ve son erkeği kocası olan bir kadındı. Kavga ettiklerinde ve ayrılmanın gündeme geldiği çatışma anlarında annemden “Giderim annemin evine!” tehdidini çok duydum. Yani 40 yaşına gelmiş bir kadın olarak boşanırsa kendi evinde oturmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. Kocasından ayrılırsa eski sahibinin yanına dönecekti.

Babam öldüğünde 45 yaşındaydı ve bir daha başka bir erkekle birlikte olmadı. Ataerkil düzenin en aşırı ucu olan, Hindistan ve Çin’de hâlâ devam eden ‘dul cinayeti’ geleneği kadar kötü değil. Ama cinselliğini öldürmenin de sembolik olarak bundan bir farkı yok neredeyse.

Bayramlarda ateist babam bana ve anneme elini öptürür ve her ikimizi de yanaklarımızdan öperdi. En baştan itibaren bana çok garip gelirdi annemin babamın elini öpmesi. Ama İslâm’ın en az girdiği ailelerde bile dini kurallar bir gelenek olarak ailenin içindeki düzeni belirleyen unsurlar olarak var olmaya devam ederler. Ailenin reisi erkektir, kadının uyması gereken kuralları belirleyense, erkek aracılığıyla, dindir. Kadın eksik cins olarak bu kurallardan sapma gösterirse erkek onu uyarmakla görevlidir. Eteğinin boyu, kimlerle arkadaş olacağı, nereye gidebileceği, nelerin yasak olduğuna kadar geniş bir yelpazeye yayılır bu görevin kapsama alanı.

Erkek parayı getiren, kadına ve çocuklara bakan, dolayısıyla bütün kararları alma yetkisine sahip olandır. Kadına düşen evdeki düzeni sağlamak, yenen yemeği pişirmek, çocukların bakımı ve eğitimleriyle ilgili yapılması gerekenleri yapmaktır.

Ben babamın ev içinde herhangi bir sorumluluk üstlendiğini hiç görmedim. Defalarca tekrarlanmış bir sahnedir. Salonda oturuyoruz, ben mutlaka kitap okuyorum. Babam uyuklamıyorsa eğer, Cumhuriyet gazetesinden bir makale okuyor. Babam anneme sesleniyor. Annem salona geldiğinde, ondan su istiyor. Su sürahi içinde, salondaki masanın üstündedir. Ben her defasında şaşkınlıkla bakıyorum. “Neden sen kalkıp kendin almıyorsun? Ya da en azından benden isteyebilirsin.“ Ama annem hiçbir tepki göstermeden, her defasında babama suyunu veriyor.

Kesinlikle şiddet yok. Ne bana, ne de anneme. Anne bazen bir terlik fırlatıyor bana ve peşimden koşuyor. Salonun ortasındaki masanın etrafındaki kovalamaca, sonunda yakalayabilirse bir tokatla sonlanıyor. Ama bileğini tutup kendimi koruyacak güce eriştiğim 14 yaşlarımdan itibaren o da bitiyor.

Evde İslam dininin hemen hemen hiç hissedilmediği bir Türk ailesinin yaşamı bu. 70’li yıllar. Küçük bir azınlık dışında Türkiye’deki tipik modern aile düzeni budur. Kadının çalıştığı ailelerde, ev içindeki sorumluluklarından hiçbir şey eksilmez. Yalnızca zorunlu olarak ev işlerine yardım eden bir kadın gelir eve, haftada birkaç gün. Erkek yine elini soğuk sudan sıcak suya sokmaz.

İtirazlar yükselecektir. ‘Artık erkekler kadınlara ‚yardım ediyor’ çünkü. Salatayı filan yapıp elektrik süpürgesini itiyorlar odadan odaya. Migros arabasını da iten onlar. Ama market koridorlarında dolaşan erkek kalabalığına bakın, yüzlerinden düşen bin parça. Ve o araba pek bir eğreti duruyor önlerinde. Akşamları play station oynamak için karılarından izin alıyorlar ergen çocuklar gibi. Bu da yurdumun aile düzeninin post modern versiyonu.

Geleceğin kurtuluşu kadınların isyanından geçiyor. Kadın kadınsı özelliklerinden utanmadan yaşamaya başlamadan, erkek kendisine öğretilen ve aslında doğuştan getirmediği artık bilimsel olarak da gösterilen erkeksi özelliklerini bir kenara bırakmadan, 6 bin yıl önceki mutlu, huzurlu ve hiçbir şey yapmak zorunda olmadan, sadece var olmaktan keyif alan, birbirini sahiplenmeyen, hayatı birbirlerine cehenneme çevirmeyen kadın ve erkeklerden oluşan ve aslında hiçbir şekilde ütopik olmayan dünya düzenine geri dönebilmemiz imkansız değil.

E, hadi o zaman!