Περί ψνχής(2)

Ruhun yokluğunun kabulü – ya da varlığının sorgulanması – üzerinden ruh hastalığını tanımlama denemesi…

Psikoloji tarihi, ruhun insanın neresinde olduğunu aramanın da tarihidir bir bakıma. Belki de ruhun bedenimizde nereye yerleşmiş olduğunu bulamıyor olmamızın çok basit bir nedeni vardır, sandığımızın aksine: Hiç aklımıza geliyor mu bilmiyorum; belki de ruh diye bir şey yoktur!

Bilinemeyenlerin ve açıklanamayanların hissettirdiği çaresizlik yarattı tanrıyı ve dolayısıyla ruhu. Bilinmeyenler azaldıkça tanrı giderek küçüldü, ruh da oldukça belirsiz bir hale geldi. Bedenin çeşitli yerlerinde yolculuklara çıkarıldı ruh. En son kalbimizden beynimize göç etti. “Ruh hastalıkları beyin hastalıklarıdır,” dedi Alman psikiyatr Griesinger ve neredeyse noktayı koydu bütün tartışmaya. Sinirbilim bu iddianın doğruluğunu kanıtlamak için yıllardır uğraşıyor ve günümüzde beyin hücreleri arasındaki iletişim en ince ayrıntısına kadar biliniyor artık. Ama ruha sabit bir yer bulunamadı hâlâ beynin içinde. Beynin – dolayısıyla ruhun – bağırsaklar olduğu bile iddia edildi – boka bulanmış bir ruh daha mı gerçek ki? Elbette olabilir –. Bütün bu kafa karışıklığı, “Ruhun acaba beynin içinde özel bir yeri yok da o bütün hücrelerimize içkin olarak mı mevcut?” diye düşünmeğe yöneltti sinirbilimi. Oysa ruhun bütün beden hücrelerimizin içinde var olduğu düşüncesi, ruhun olmadığının teyidi olarak da yorumlanabilir bana kalırsa. Bedenimiz var evet, ona dokunabiliyoruz ama ruhumuz yok, herhangi bir duyu organıyla duyumsama-yamadı-ımız bir şey var mıdır? Badiou Kant’ın aklın sınırları olduğu iddiasına ve ‘Ding an sich’ düşüncesine itiraz ederken Mao’dan bir alıntı yapar: “Şimdiye kadar bilmediğimiz her şeyi bilmeyi başaracağız.” – oldukça iyimser bir düşünce elbette. Badiou da bu keskin iddiayı biraz yumuşatır: “Ben her şeyi bütünüyle bildiğimizi söylemiyorum. Olduğu haliyle bilmeye dair aksiyomun, ‘her şeyi bilebileceğimiz’ olduğunu söylüyorum o kadar. (…) Ben inanıyorum ki her şey tamamıyla bilinebilir.” Eğer öyleyse, bu noktaya geldiğimizde tanrı gerçekten ölmüş olacak ve o zaman dolayısıyla ruh denen şeyin de olmadığını kavrayacağız. Bedenimizin ihtiyaçları, itkilerimiz, arzularımız vardır sadece – dünyanın kendisinin dışında – ve bu da Nietzsche’nin yüzümüze bir tokat gibi sevgiyle savurduğu, bizim “kendimizin efendisi” olmadığımız gerçeğine işaret eder. Efendimiz bilinçdışımızdır ya da biz bilindışına aitiz. Ve bilinçdışı ruhsal değil, kesinlikle fiziksel bir hakikattir – ‘Ding an sich’…(3)

Kıta Avrupası varoluş felsefesi – varoluşçu psikoterapi – insanın sınırlılığına, varoluşun kendinde trajik doğasına odaklanırken, Amerikan – varoluş felsefesi odaklı – hümanistik psikoloji, insanın potansiyel gelişiminin sonsuzluğuna inanır – iyimser ve pragmatik bir çerçevede yaklaşır insana. Bu yaklaşım, daha umut verici, dolayısıyla daha iyi sonuç verecek bir yaklaşım olarak görünse de insanı kendi trajik gerçekliğinden uzaklaştırıp kandırmaktan, bir anlamda aldatmaktan başka bir şey değildir. Çünkü hastalarımız hümanist psikolojinin vadettiklerini hayata geçiremedikçe kendilerini daha da kötü, yetersizlik ve suçluluk duygularını daha da yoğun hissederler. Günümüz modern kent insanının mutsuzluğunun en önemli nedenlerinden biri budur. Çünkü ne yaparsak yapalım, sınırlı varlıklar olduğumuz gerçeğini değiştiremeyiz ve hatta unutamayız – bizler ölümlüyüz. Bu nedenle iyimser değil realist olmalıyız – bu bakış açısı günümüz popüler kültüründe kötümserlik olarak değerlendiriliyor olsa da. Hümanist psikolojinin söylediği tek doğru, pragmatist olduğudur. Ama bu pragmatizm tedavi uyguladığını iddia eden terapistin yararına işleyen bir pragmatizmdir. Hastaya duymaktan daha çok hoşlanacağı şeyleri söyleyerek – acı çekmekten kurtulmak mümkündür, doğru şeyleri yapar, uygun şekilde düşünürsen mutlu olursun vs. – onu elinde tutabilir ve hastasını bir ‘müşteri’ye dönüştürerek hiçbir vicdani sorumluluk hissetmeden, hastanın değil kendi çıkarına uygun bir tutum sürdürmeye devam edebilir.

Depresyonun nedenini, ‘kognitif triad’la açıklayan – çok kısaca, insanın kendine, çevresine / insanlara ve geleceğe olumsuz bakması – Amerikalı psikolog Aaron Beck’in kognitif terapisi de büyük bir gönül rahatlığıyla bunu yapar ve depresyonun bu açıklama modelinin sayısız bilimsel çalışmayla kanıtlandığını iddia eder. Beck’in kognitif terapi eğitiminden geçmiş birçok Amerikalı terapist de bu yöntemle bir türlü iyileşmeyen depresyon hastalarını Beck’in tedavi etmesi için onun kurmuş olduğu merkeze yönlendirirler. Tanıları çok ilginçtir: Realistik depresyon. Çünkü depresyon belirtileri gösteren hastalarının depresif olmak için oldukça gerçek nedenleri vardır ve insanı mutsuz etmesi ya da kişinin korku duymasına neden olan yaşantı ve durumlara, geleceğe, kendine yönelik gerçekçi bakışlarını değiştirememelerini – bir yandan da utana sıkıla – anlayabildikleri için tanıları realistik depresyondur. Çünkü depresyon ve kaygı olarak tanı alan birçok insanlık durumu aslında mutsuzluk ve korku yaşantılarıdır. Onları kognisyonlarını yeniden ve iyimser, kendi sonsuz potansiyellerine güvenerek değiştiremedikleri için bir de beceriksiz insanlara dönüştürmüş olur kognitif terapi. Yapılan, çevresel etkenlerin bireye olağan etkisinin psikolojize etmekten başka bir şey değildir oysa – biyolojik nedenlerle veya çocuklukta ve / ya da erişkin hayatta yaşanan travmaların sonucu gelişen gerçek depresyonu ve anksiyeteyi ayırt edebilmenin zorluğudur burada sözünü ettiğim.

Fiziksel ve toplumsal nedenlerle ortaya çıkan sorunları ve sonrasında hissedilen mutsuzluk, korku, kızgınlık, hayal kırıklığı, hayata küsme vb. duyguları ruhsal hastalıklar olarak sınıflandırmaktaki etik sorundur aslında söz konusu olan. Bu durum, insanı birey olarak yaşadığı her şeyden – özgürleştirme yalanıyla – sorumlu kılan aydınlanma düşüncesinin bir sonucudur bir bakıma. “Düşünüyorum öyleyse varım,” “düşünüyorum öyleyse sorumluyum,” olur ve dış etkenler, bireyin etki alanı dışında kalan ve kontrol etmesi mümkün olmayan her şey bir kenara bırakılmış olur. İnsanın isyan etmesini, başkaldırmasını engellemenin en ‘bilimsel’ yoludur bu.

Acı çekmek, mutsuzluğu deneyimlemek, sınırlarımızın farkına varmak bizi illaki nihilizme götürmek zorunda değildir Schopenhauer’in iddia ettiği gibi. Schopenhauer, “Bir insanın başına gelebilecek en iyi şey doğmamış olmaktır,” der. Nietzsche’nin, insanın gerçekten neye ihtiyacı olduğunu çok iyi bilen o yaşam filozofunun, dostları için haykırdığı iyi dilek mesajını hatırlamalıyız burada: “Sevdiğim insanların acı, yalnızlık ve hastalık çekmelerini, başkaları tarafından itilip kakılmalarını, hakarete uğramalarını dilerim – dilerim kendilerine karşı derin bir horgörü duymadan, kendilerine güvensizliklerinden ötürü işkenceler çekmeden, yenilgilerin altında ezilmeden yaşayıp gitmezler.” Nietzsche bir Schadenfreude’den(4) bahsetmiyor elbette bu söyledikleriyle. Acının, mutsuzluğun, korkunun, yalnızlığın hayatın kaçılması mümkün olmayan olmazsa olmazları olduğunun ve bunların aktif bir kabulüyle Schopenhauerci nihilizm tuzağındayken kurtulmanın ve hayatı coşkuyla kucaklamanın mümkün olduğunun Nietzschevari ifadesidir.

Akıl ve duygu arasındaki anlaşmazlıkların davranışsal düzlemdeki – metaforik olarak davranışsal diyorum, düşüncenin bir sonucu olarak düşüncenin kendisi de bir davranış olarak değerlendirilebilir bu anlamda – tezahürüdür ruh hastalığı – Geisteskrankheit ya da seelische Störung’tan daha ziyade mental disorder (5) bu nedenle yine de daha yakın bir adlandırmadır benim anlayışıma göre. Ama ne hastalık ne de bozukluktur aslında düşünce ve duygu arasındaki bu çatışma hali. Duygu ve düşüncenin bedenin farklı yerlerinden kaynaklanıyor ve farklı etkenlerin etkisi altında ortaya çıkıyor olmasının doğal bir sonucudur.

Bütün bunlar, insanın ölüm denen trajik gerçekliği kabul edemeyip bu hayatta sahip olduğu tek şey olan – geçici olup durmaksızın değişerek ve eskiyerek – beden yok olup gittikten sonra da başka başka bedenlerde bu acı dolu güzel dünyada var olmağa devam edebilme arzusu ve öylece, sanki hiç var olmamış gibi yok olma korkusuyla ilgilidir.

Ruhun olmamasının kabulü halinde, psikoloji mi, yoksa felsefe mi eksilir, sanırım yanıtlanması gereken önemli soru budur. Hayata ve insana hiçbir şey olmayacak olması gerçeği, Melih Cevdet’in şu dizelerini aslında metnin en başına koymamızı zorunlu kılar: “Hayat bir sokak köpeğinin başıboş dolaşması gibidir.”

 

1 Latince. Ruh üzerine

2 Eski Yunanca ruh üzerine anlamına gelir. Aristoteles’in psikoloji penceresinden bakıldığında en önemli metinlerinden biridir. Sevgili Gurur Sev tarafından eski Yunanca aslından çevrilmiş olup Pinhan Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

3 Kant’ın kullandığı bir felsefi terim olup düz çevirisi ‘kendinde şey’ alarak yapılabilir. Bu kavram hakkında daha çok bilgi edinmek isteyenler Ahmet Cevizci’nin Say Yayınlarından çıkmış olan Felsefe Tarihi adlı kitaba bakabilirler.

4 Alm. Başkalarının gördüğü zarardan haz duymak.

5 Ruhsal bozukluklar ve zihinsel bozukluklar olarak çevirebiliriz bu tanımları.

 

Alper Hasanoğlu