“İyi bir ekonomiye sahip olmak için hasta insanlar mı üretmek zorundayız?” diye soruyordu Erich Fromm kapitalizm hakkında düşündüğü bir makalesinde ve ekonomik krizin ardındaki gerçek sorunu şöyle tespit ediyordu: İnsanlık krizi

20. Yüzyılın ortalarında yaptığı bu tespit çok çarpıcı ve bugün için daha da geçerli sanırım. Kapitalizmin insana bulaştırdığı hastalığa nekrofili (ölü insanlara cinsel ilgi duymak şeklinde tanımlanabilecek bir cinsel yönelim bozukluğu) diyordu Fromm. Araba, ev ve para gibi ölü nesnelere odaklı, üretken olmayan bir yaşam tarzına tutulmuş olmak.

İnsan, doğası gereği toplumsal bir organizasyona bağlı olduğu için, kendisini bir de toplumsal bir varlık olarak yaratmak, tanımlamak zorunda. İnsan teki durmaksızın büyüyen ve çeşitlenen iş bölümü sürecinde, yapmayı üstlendiği işlerden koparılmış ve ayrılmış durumda günümüzde. Kendisinin ürettiği bu hasta toplum içinde, kendini gittikçe dışlanmış ve yalnız hissediyor.

“Özünde tatminkâr ve memnun eden bir uğraş olması gereken iş, zamanla bir zorunluluğa ve takıntıya, yalnızca para kazanma aracına ve insani olarak anlamı olmayan bir aktiviteye dönüştü. “ diyor Fromm. Konformizm hayata dair bütün alanlarda insanlığı daha da çok bastırır oldu. “Gülümsemek gülmenin yerini aldı, manasız gevezelikler derin bir sohbetin ve ümitsizlik de kederin.”

Fromm’a göre yalnızca insan teki değil hasta olan, toplumsal sistemin tamamı. Bu krizin aşılması da ancak, insanın yaşamla, sevinçle, mutlulukla, akılla ve sevgiyle olan ilişkisinde, kendilik bilincine sahip bir özne olan kendini yeniden tanımlamasıyla mümkün. Bu zeka düzeyiyle (IQ) ilgili bir sorun değil Fromm’a göre. İnsanın hayatla ilgili hakikat bilgisi ve karakteri belirleyici olan.

Fromm’un bu söylemleriyle, “pazarlamacı karakterler, konformist ve yabancılaştırıcı insanlar” olarak tanımladığı, kapitalizme köle yetiştiren yarışmacı okul sistemi temsilcileri ve MBA yüksek lisans programlarını daha da mükemmelleştirmeye çalışan akademisyenler tarafından sevilmeyeceği ve takdir edilmeyeceği kesin. Fromm eğitimin canlı olana, hayata iten, “biofil” bir sistem olması gerektiğini savunur: “Eğitim, çocuğa kendini gerçekleştirme olanağını veren bir yardım olmalıdır.”

Beyni “sosyal organ” olarak tanımlayan beyin araştırmacıları da günümüzde bu görüşü benimsiyor. Çünkü beyin, performansı arttırıcı bir çalışma içine sokulursa ve öğretmenler daha iyi bir hafızaya sahip olmayı, anlamaktan daha önemli görürlerse, insan yalnızca uyumlu olmaya yönlendirilmiş bir varlık haline gelir. Bütünü değil, parçaların mekaniğini tanıyan bir robot olur. Böyle bir insan daima kesinliğin peşinde koşar, belirsizlikten nefret eder. Öğrenme isteğinin özü, hakikat bilgisine ulaşmak değildir artık. Karakterini başarıları, okulda, üniversitede, işte aldığı notlar, değerlendirmeler belirler. Âşık olacağı kişiyi ararken bile “pazardaki koşullardan” bahseder.

20. ve 21. Yüzyılda ortaya çıkmış olan kapitalist pazar, reklam ve PR manipülasyonlarıyla, iletişim ve bilgisayar teknolojisi aracılığıyla büyük kütleler halinde ve hep daha çok üretmek zorunda kaldığı ürünlerin tüketicilerini de yarattı. Fromm’un “pazarlamacı karakter” olarak adlandırdığı bu yeni insan, sözü edilen toplumsal koşulların hem üreteni hem de tüketeni oldu zamanla. Üstelik bu karakter kendini realist olarak tanımlamaktan da çekinmiyor; çünkü normalin normlarını belirleyen bu hasta ekonomik sistemin prensiplerine göre hareket ediyor. Bu arada fark etmediği şey, hayatın ve mutluluğun değil, kendi piyasa değerini yükseltmenin peşinde koşmaya başlamış olduğu. Bu mutluluk yitiminin sonucu acı ve keder değil, depresyon oluyor haliyle. Fromm’a göre bu “pazarlamacı karakteri” belirleyen, yalnızca rasyonalist ve manipulatif bir düşünce biçimine sahip olması. Duygu dünyasının kaybı onun için önemli değil. Onun hayatı açık ve kesin kurallarla çizilmiş bir inanç çerçevesinde geçer. Bu yeni inanç sistemini “kibernetik din” olarak adlandırıyor Fromm. Kendi bilimsel ve teknolojik bilgilerinin kölesi olan insanların yeni dini.

Tekniğin, robotlaşmanın, pazarın olduğu yerde, insani hiçbir şeye, sevgiye de, nefrete de yer yoktur. Fromm’un ‘pazarlamacı karakteri’ için kadın ve erkek, birbirlerinin biyolojik gevşemelerine ve boşalmalarına hizmet eden bir teknikle donanmış robotlara dönüşmüştür. Bu “takım çalışması” içinde karşıklılı olarak sürekli yeni oral, anal, sadistik, mazoşistik ve kozmetik oyunlara başvururlar. Bunlar da insanın hayatla ilgili sorunlarının çözümünün başarısızlığa uğradığının tipik göstergeleridir. Çünkü mutlak haz olarak sergilenen bu sahte oyun, yalnızca akılla yönetilen ve hazzı, “orgazm sayısıyla ya da koitisun süresiyle ölçen” ‘kibernetik din’in sonucudur. “Gerçek haz ruhun rahatlığına ve sükunete dayandığı için böyle yaşanamaz.” der Fromm. “Gerçek haz, sürekli ve sakin bir tatmin için anlık zevklerden vaz geçebilen bir akla ve öngörüye sahip insanın yaşayabileceği bir şeydir.”

‘Pazarlamacı karakter’ hedefe yönelik ve sınır tanımayan fırsatçılığı yanında, ideologlar, plastik cerrahlar, seks, iletişim ve reklam uzmanları ve terapistler tarafından, kapitalizme daha da uygun olsunlar diye formatlanıp duruyor. Bu insan değişime açık gözüküyor ama sürekliliği yok. Genç kalmaya çalışıyor, oysa yalnızca çocuksu. Güven doluymuş gibi yapıyor ama geçmişsiz ve geleceksiz. Arkadaş canlısı gibi davranıyor oysa yalnız kalamıyor. Diplomaları ve sertifikalarıyla zeki ve eğitimli görünüyor, oysa ‘kibernetik din’in yeni dua ve ritüellerini üretmekten başka bir şey yapmıyor. Öğrenmeye aç gibi gözüküyor ama yalnızca yarışta başkalarını geçmekle ilgileniyor. Toleranslıymış izlenimi veriyor, halbuki yalnızca umursamaz. Konformizmini ve çatışma beceriksizliğini saklamak için dogmalardan arınmış gibi davranıyor. Üretime dayanmayan hayat biçimiyle, hiçbir yere tutunamadığı bir boşlukta salınıp duruyor.

‘Pazarlamacı karakter’ bir de başarı denen trene binmişse, özgür bireyliğin parlayan yıldızı olduğunu sanmaya başlar, oysa hakiki bir birey olmaktan tamamen uzaktır. Pazarlama stratejileriyle insanı şeyleştiren hasta toplumun hem semptomu, hem de nedeni olmaktan başka bir şey değildir o. Savaşlar, doğa ve dünyanın katledilmesi de durdurmaz onu. Ona göre doğru düşünüş ve eylem biçimi mülk, fon ve finans pazarında üretkenlikten uzak bir yer kapma savaşıdır. Üstelik bu nekrofilik pragmatizmini akıllıca bulur. İnsan, hayat, sevinç, mutluluk, dayanışma, kısacası ‘olmak’ değildir onu ilgilendiren. Nekrofilik bir iştahla ‘sahip olmak’ ister o.

Fromm bu tezleriyle 1970’li yıllarda özellikle, nörotik hastalarının sistem konformizmlerini, yeni oyun ve metodlarla besleyen ve güçlendiren ve ‘düzen psikoloğu’ işlevi gören terapistler arasında infial yarattı. Değer sistemi “insanın insanı kullanması” olan ekonomik düzene uyum sağlamak, üretkenlikten uzak yeni hasta insanlar üretir yalnızca. Bu insanların da sağlıklı bir ekonomi yaratması maalesef mümkün olmayacaktır.

Yabancılaşmış insan diğer insanlarla olan ilişkisini kaybettiği gibi, kendiyle olan ilişkisini de yitirir. Kendini ve başkalarını, nesneleri algıladığı gibi algılar. Dış dünyayla üretken bir ilişkiye girmeden, ‘şeyler dünyası’nda var (yok) olur. Kendiyle kurduğu bağ özgür bir bağ değildir bu yüzden. Eksik olan, gerçekten özgür olma umududur. Çünkü umut henüz doğmamış olana hazır olmak ve umut edilen şey doğmazsa, buna rağmen umutsuzluğa düşmemek demektir. Bunun için gerekli olan şey inançtır, ama insana olan inanç. İnsana olan inancın olmadığı yerde çöküş başlar. 13. Yüzyıl, rönesans ve aydınlanma insanlığın gelişimi için en önemli çağlar olmuştur. Umut ve insana olan inançtır buradaki itici güç. “İnsana inanmıyorsak, yalnızca makineye olan inancımızla çöküşten kurtulamayız.” der Fromm.

Sovyetler Birliği’nin dağılması Fromm’un ölümünden (18.03.1980) sonra gerçekleşti. Aslında bu çöküş de, Fromm’a göre kapitalizmden farkı çok az olan inançsız-bürokratik bir sistemin çözülmesinden başka bir şey değildi. “Sovyet liderleri de sosyalizmi kapitalizmin ölçekleriyle değerlendiriyorlar. Temel argümanları sosyalizmin kapitalizme göre daha etkin olduğu ve daha fazla üretebildiği.” Fromm şundan emindi; cansız nesnelere yönelik, bu üretken olmayan saplantı, aklı ve insanın sevme yetisini yok eder ve bu nedenle de sistemin, mülkiyetin var olduğu ya da olmadığı bir sistem olmasının hiçbir önemi kalmaz.

Fromm bu sistemin tek alternatifinin bir “hümanizm rönesansı” olduğunu söyler. İnsanların nesne taparlıktan kurtulmalarına yardımcı olacak, sağlıklı, üretken insanların oluşturduğu bir toplumun inşasının yolu budur der. (Bunun ayrıntılı bir tanımı tabii ki bu makalenin sınırlarını aşar. Ama Fromm’un bu konudaki görüşlerini merak edenler, İnsana İnanç, Sahip Olmak ya da Olmak ve Normalliğin Patolojisi kitaplarına başvurabilirler. Bu kitapların Türkçelerinin olup olmadığını bilmiyorum. Ama İngilizce ya da Almanca olarak edinilebilir.) Ona göre, üretkenlik, duygusal olarak sakat olmayan her insanın sahip olduğu bir yeti, bir karakter yönelimidir.

Fromm’a göre, insan teki yönelimini değiştirmediği müddetçe sistem değişikliği meydana gelemez. Üretken olmayan bir yönelimden üretkenliğe geçiştir kastettiği. İnsan “insan olmanın bütün olanaklarını içinde taşır” çünkü. Hayatı sevme duygusu çoğu insanda iyice bastırılmış olabilir. Ama bu duygu ölmez. Derinlerdeki bu hayat sevgisi uyandırılabilir ve uyandırılmak zorundadır. Fromm’un ‘Sevme Sanatı’ kitabı üretken ve anlamlı bir yaşam için gerçekleştirilecek bir yönelim değişikliği için, köprü görevi görebilecek çok önemli bir eserdir kanımca. “Homo sapiens’in büyük deneyi” başarısızlığa uğramasın istiyorsak, hasta bir topluma karşı öğreneceğimiz en önemli beceri sevgidir Fromm’a göre.

“Tüm zamanların hümanistlerinin bütün insani özellik ve yetilerin temeli olarak gördükleri sevgi ve akıl kavramları, kitsch ve pragmatizmden kurtarılmalıdır.” der Fromm. Sevgi temelde, belli bir kişiye bağlanma değildir. Sevgi insan tekinin bir bütün olarak dünya ve hayatın karşısındaki duruşudur. İçsel üretkenliğin bir ifade biçimidir ve şefkati, ihtimamı, sorumluluk duygusunu ve bilgiyi içerir. Fromm’un hasta toplumdaki hasta insanlar olarak bizlere söylediği şey, ancak “beyin ve kalple” gerçekleştirilebilir:

“İnsanın varoluş sorununun tek çözümü olarak sevgiyi görüyorsak ve sevgi bireysel bir kenar yaşantı olmaktan çıkıp toplumsal bir fenomen olacaksa, toplumsal yapıda radikal ve önemli değişiklikler yapmamız gerektiğini kabul etmek zorundayız. Eğer insan sevme yetisi kazanacaksa, insanı ön plana çıkarmalıdır. Ekonomi denen araç ona hizmet etmelidir, o ekonomiye değil.”