Kadın bedeni üzerinde kurulmak istenen ve kurulan hakimiyet ataerkil düzenin, yani ‘varoluş’ yerine ‘sahipoluş’un geçmeye başlaması anlamına gelir. Kadının kontrol edilmesi, doğurganlığın, dolayısıyla insanlığın devamının kontrol altına alınması demekti. Öyleyse cinselliğin kendisine atfedilen anlam değiştirilmeli, özellikle kadının cinselliğini kendi istediği şekilde, özgürce yaşaması engellenmeliydi. Oysa ilkel dediğimiz atalarımız zamanındaki beden ve dolayısıyla cinsellikle olan ilişki bugün tahayyül bile edilemez.

Henüz ataerkil düzenin egemenliği söz konusu değilken, ilkel atalarımız çırılçıplak dolaşıyorlardı. Hatta Avusturalya yerlileri aborijinler günümüzde de çırılçıplak dolaşır ve cinsel organlarının gizlenmesi gereken bir şey olduğunu düşünmezler. Çocukların cinsel organlarını oyun amaçlı gıdıklarlar. Tıpkı bizlerin çocukların burunlarını, yanaklarını sıkmamız gibi.

İlkel insanlarda cinsellik zevk almanın sağlıklı ve doğal bir yolu olarak görülür. Aborijinlerde cinsellik konusu, hatta sevişmenin kendisi çocuklardan asla saklanmaz. Çocuklar beş yaşından itibaren, aralarında cinsel ilişkiyi taklit etmek de olmak üzere, çeşitli cinsel içerikli oyunlar oynarlar. Cinsel ilişkiye de çok daha erken yaşta, örneğin dokuz yaşında başlarlar.

Bu bütün ilkel halklar için geçerlidir. Antropolog Malinovski’nin Trobriand adalarında yaptığı gözlemler de bunu doğruluyor. İlkel halklar cinsel hayatları daha başlamadan birbirlerinin cinsel organlarını merak ettikleri için geliştirdikleri oyunlarla cinsel zevki keşfederler.

Cinsel olgunluğa eriştiklerindeyse biz modern insanı şok edecek bir özgürlüğe sahip olurlar. Birçok halkta bekaret anlamına gelecek sözcük dahi yoktur. Ergenlik dönemi cinselliği öğrendikleri ve deneyimledikleri yaşlar olarak kabul edilir.

Birçok ilkel kabilede çocukların kendilerine ait yatakhaneleri vardır ve burada özgürce farklı eşlerle cinsel deneyimlerini geliştirirler. Yetişkinlerin bu yatakhanelere girmesi yasaktır. Üst üste üç gece aynı kızla sevişen oğlanlar cezalandırılır. Bir köyün gençleri diğer köyün yatakhanesine giderek başka cinsel partnerler bulabilirler. İlişkiyi oğlanlar kadar kızlar da başlatmakta özgürdür. Cinselliğin öğrenildiği bu dönem, insan hayatının en özel ve eğlenceli zaman dilimi olarak değerlendirilir. Oysa, başka nedenlerle de elbette, ergenlik günümüzde insanın en sıkıntılı yaşam evrelerinden biridir maalesef

Çocuklar ergenliğin sonunda çift olmaya başlarlar. Eşlerini seçmek konusunda serbesttirler. Anne babaları onları eşlerini seçme konusunda kısıtlamaz ve zorlamaz. Çift olmaya evlenmekten ziyade bağlanmak diyebiliriz, çünkü herhangi bir ritüelleri yoktur. Bağlandıklarında da cinsel özgürlükleri devam eder. Hatta evlilik dışı cinsel ilişki yaşamaları ahlaki bir görevdir. Örneğin kuzenleri onlardan cinsel deneyim edinmek için bir istekte bulunduğunda bunu karşılıksız bırakmamaları gerekir. Aksi takdirde cinsel organları konusunda çok cimri olmakla itham edilirler.

Birçok kültürde insanların yeni insanlarla cinsel ilişki yaşamaları için festivaller düzenlenir. Trobriand adalı kadınlar, günümüzde bile yer elması hasadı sırasında adalarda dolaşıp diğer adalardan gelen erkeklere ‘tecavüz’ ederler ve eğer yeteri kadar tatmin olmazlarsa erkeklerin kulaklarını ısırarak onları cezalandırırlar.

Erkek ve kadının cinsel ilişki farkı da saygıyla karşılanır. Aborijinler kadınların birden fazla erkekle cinsel ilişki yaşamasına izin verirler. Çünkü bir erkeğin sevişme tarzı kadınları her zaman tatmin etmeyebilir.

Yeni Zelanda’da bazı yerli kabilelerde kadınlar daha haz dolu ve ‘narin’ seks için 13-14 yaşlarındaki erkek çocuklara seks dersleri verirler. Onlara, kadınlara nasıl zevk vereceklerini öğretirler. Bu dersler sonucunda delikanlıların, kadınların sevişme sırasında birden fazla orgazm olmalarını sağlamaları beklenir. Eğer bunu başaramazlarsa haklarında dedikodu başlar ve onların eş bulmaları zorlaşır. Bir erkek erken boşalıp eşini tatmin edemezse kadın bunu arkadaşlarına anlatır ve erkek kısa sürede yetersiz bir sevgili olarak kötü bir üne kavuşur.

Yemeklerini paylaştıkları, en temel eşyalar dışında hiçbir şeye bireysel olarak sahip olmadıkları gibi eşlerine de sahip olduklarını düşünmezler.

Eşcinselliğe de garip bakmazlar. Transseksüeller 19. yüzyılın yarısına kadar Amerikan yerlileri arasında kabul ve hatta saygı görürdü. İçlerinde iki ruh taşıdıklarına inanılır ve bazıları şamanlıkla onurlandırılırdı.

Bazı kültürlerde erkeklerin erkeklik gücü kazanmaları için yeteri kadar meni yutmuş olması gerektiği için, olgun erkeklerle oral ve anal seks yapmaları gerekiyordu.

İlkel dönemlerden tarih öncesi döneme geldiğimizde de, insanların cinsellik ve insan bedenine suçluluk duygusundan uzak bir tutumları olduğunu biliyoruz. Sanatlarına cinsel içerikli resimler hakimdi. Büyük memeli kadınlar, uyarılmış penisler, vajina şeklinde kakma ve oymalar vardı. Vajina şeklinde kapıları olan rahim şeklinde anıt mezarlar bulunmuştur.

İlk cinsel devrim MÖ 4000’lerde yaşanmıştır. Savaşların, ataerkinin ve toplumsal eşitsizliğin ortaya çıkmasıyla birlikte cinselliğe ve bedene bakış da değişti. Çöküş kitabının yazarı psikolog Steve Taylor’ın tanımıyla “egonun ortaya çıkması” ruh beden ikiliğine kadar gitti ve beden küçümsenen, tiksinilen, utanılan yan olmaya başladı. İnsanlar kendi bedenleri olmak yerine, artık o bedenin içindeki ruh olmaya başlamışlardı. Beden artık ötekiydi ve ötekinin olduğu yerde korku ve düşmanlık vardı.

Taylor’ın ‘çöküş’ olarak adlandırdığı insanlık tarihinin mutlu dönemlerinin bitişi ve günümüz modern toplumlarının temelinin atılmasına şu ikilikler açısından bile bakmak yeterli aslında: Farklı insan toplulukları arasında çatışma (savaş), farklı toplumsal sınıflar ve gruplar arasında çatışma (toplumsal eşitsizlik), kadın ve erkek arasındaki çatışma (ataerkillik) ve insanla doğa arasındaki çatışma (çevre sorunları). Ego ve beden arasındaki çatışmaya da aynı pencereden bakılabilir. Aşırı gelişmiş eril ego sadece diğer insanlar – özellikle de kadınlar – ve doğa üzerinde değil, kendi bedenleri üzerinde de tahakküm kurmaya çalıştı. Tamamen doğal ve insani içgüdüler günahkar, tamamen bedensel süreçlerse kirli ilan edildi. D.H. Lawrence’in dediği gibi: “Müstehcenlik, ancak akıl bedeni küçük gördüğünde ve ondan korktuğunda, beden ise akıldan nefret edip ona karşı koyduğunda sahneye çıkar.” Her üç tektanrılı din de tenin yozlaşmasıyla ruhun saflığını karşı karşıya getirerek aynı karşıtlığı, ikiliyi gündeme getirmişlerdir.

İnsanların bedenlerine karşı beslediği açık ve olumlu tavırdan baskıcı ve suçluluk duygusuyla yüklü bir tavra doğru yaşadıkları bu dönüşüm Taylor’a göre ruhsal rahatsızlıkların da ortaya çıkmasında rol oynayan en önemli etken. Ona göre, insanların kendi bedenlerine bu kadar yabancılaşmasının tek nedeni ego patlaması. Ve bu ego patlaması nedeniyle ortaya çıkan ruh-beden ikiliği. Ego bedene sadece kendinden başkası olarak değil, aynı zamanda aşağı bir varlık olarak da baktı.

Söz konusu olan aynı zamanda bir kontrol meselesiydi. Aşırı gelişmiş ego her şeyden çok iktidarı istiyordu. Bu iktidar tutkusu, savaşın, toplumsal eşitsizliğin ve ataerkilliğin en temel nedenidir, Taylor’a göre.

Ego elbette bedeni de kontrol etmek istiyordu. Cinsellik ve bedene yönelik bütün kısıtlamaları bu yönde bir çabanın ürünü olarak değerlendirebiliriz. Ancak sorun şu ki, doğadan gelen içgüdülerimizi ne kadar kontrol altında tutmak istesek isteyelim bunu başaramayız. Cinsel dürtülerimiz içimizi kemirecek ve fırsatını bulduğunda su yüzüne çıkacaktır. Gandhi 37 yaşından sonra hiç cinsel deneyim yaşamamış ve 30 yıl geçtikten sonra cinsel içgüdülerine tamamen hakim olduğuna inanmıştı. Ancak yaşlı bir adam olarak bir sabah uyandığında müstehcen bir rüya gördüğünü anımsadığında kahrolmuştu. İşte tam da bedenin bu başına buyrukluğu, asiliği egonun ona düşmanlık beslemesine neden oluyor.

Kadına duyulan düşmanlık bedene duyulan düşmanlık yakından ilgilidir. İnsanlığın bu narsistik patlamasının getirdiği sahiplenme hırsı kadına da yöneldi. Kadına bir mal gibi sahip olmaya başladıktan sonra, kadının başka bir erkekle cinsel ilişki yaşaması hırsızlık ya da hak ihlali olarak görülmeye başladı. İnsan olmanın manası ‘varoluş’tan ‘sahipoluş’a böyle evrildi. Kadın cinselliğinin özgürleşmesi insanlığın varoluş mücadelesinin en önemli kazanımlarından biri olacaktır. Ama kadın cinselliğinin özgürleşmesi günümüz modern şehirli kadının istediği erkekle, istediği zaman cinsellik yaşaması, sadakatsizlik konusunda kadının erkeğe yetişmesi değildir. Çünkü sevişmekte özgür olan kadın ya da özgürce cinsellik yaşama olanağına sahip olan kadın, erkek hakimiyetindeki düzenin tanımladığı kadındır. Fit, her zaman bakımlı, seksi, bedenini bir cinsel obje olarak erkeğin göz önüne süren plastik cerrahi ve kozmetiğin esiri olan kadın.

Bugün kadın ve erkek arasındaki özgürleşmenin önünde günümüzün korkunç güzellik anlayışı var. Oysa “en çirkin yerinden sevmeye başlamak istiyorum seni” diye seslenebilmeli erkek kadına, kadın erkeğe. Çünkü her şeye rağmen, hâlâ faşizmin giremediği tek yer, Eluard’ın da dediği gibi, iki insan arasındaki ilişkidir.