Kendimizi Türk olarak adlandırmaya başlamamız oldukça geç bir tarihe denk düşüyor. Oysa bugünkü yüzeysel ortaokul lise tarih bilgimizle, Orta Asya’da Türk kimlik bilinciyle imparatorluklar, uygarlıklar kurduğumuzu sanıyoruz. Halbuki biz kendimize Türk demeye, ‘öteki’lerin bizi yüzyıllar boyunca Türk olarak adlandırması sonrasında, neredeyse istemeye istemeye başladık. Oysa bugün hâlâ bütün büyük uygarlıkların Türk ırkından doğduğunu iddia eden saygın bilim insanlarımız var…
Orta Asya’daki bu göçebe savaşçılar, evet iyi ata biniyorlar, iyi ok atıyorlar ama aynı zamanda şiddet o zaman diliminde bile diğer topluluklara göre çok daha yoğun bir şekilde gündelik hayatlarının normal bir parçası. Steplerin yerleşik uygarlıkların kurulabildiği iklimi daha yumuşak olan diğer coğrafyalara göre çok daha zor yaşam koşullarına sahip olması, düşünce, sanat, edebiyat ve zanaatın gelişmesine olanak tanımıyor. Okuma yazma bilmeyen, hayvancılık dışında neredeyse başka bir kültürel etkinlikte bulunmayan göçebelerin hayatta mücadelesi şeklinde geçiyor yaşam orta Asya’da. Tarihte ilk kez Çinliler, bu göçebe savaşçılara Tu-kiu, Tu-Kue demişler. 9. yüzyıldan itibaren de Arap-Müslüman ve Bizans kaynakları bu terimleri ‘Türk’ olarak çevirip kullanmışlar. Oysa bu hayvancılıkla geçinen göçebe boylar, kendilerine Hun, Uygur, Karluk, Çiğil, Kıpçak, Çuvaş, Kırgız vs diyorlar. İslam dinini kabul ettikten sonra da, sen kimsin diye sorana müslüman oldukların söylüyorlardı.
Osmanlı zamanında da Osmanlıydık ama kesinlikle Türk değildik. Osmanlı İmparatorluğunun da bir Türk imparatorluğu olduğu biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının geriye dönük olarak yaptığı bir tanımlamaydı. Dünya Türk devleti olarak adlandırıyordu Osmanlı’yı ama biz değil.
Hatta Türk, Anadolu’daki göçebe ve cahil Türkmenler için kullanılıyordu ve bu tanımın aşağılayıcı bir yanı da vardı. Yerleşik düzene geçmiş Türklerse kendilerini Türk olarak adlandırmaktan imtina ediyorlardı. Gerçi göçebeler de yerleşik düzene geçenleri ‘yatuk’ olarak adlandırıyordu. Yani tembel, işe yaramaz filan. Osmanlı birçok etnisitenin barındığı bir imparatorluktu. Türkler de bu etnik grupların arasında, pek de sevilmeyenlerden biriydi.
Millet yoktu ümmet vardı. Fransız ihtilalinden sonra gelişti millet olma bilinci. Bulgarlar bulgarlıklarını Yunanlar yunanlıklarını keşfettiler. Osmanlı’nın ekonomik ve askeri olarak zayıfladığı bir dönem olan 19. yüzyılda hristiyan milletlerin bağımsızlıklarına kavuşmaları, Avrupa devletlerinin desteğiyle de çok kolay oldu. Osmanlı entelektüeli osmanlı ve müslüman kimliğiyle imparatorluğun ayakta tutulamayacağını görmüş ama yeni bir kimlik yaratma konusunda da çaresiz hissediyordu kendini.
Türklük böyle bir atmosferde, 1908 sonrası telaffuz edilmeye başladı. 1. Dünya Savaşı yenilgisi sonrasında Osmanlı’nın gideceği, döneceği bir yurdu yoktu. Sömürgelerinden kovulunca Fransız Fransa topraklarına, İngiliz adasına dönmüştü. Ama orta Asya’dan göç etmiş boylardan doğan Osmanlı nereye geri dönecekti? O nereye aitti? Kimdi? Müslüman mı, Osmanlı mı, yoksa Türk mü?
Türksek nasıl bir Türk’tük? Müslümanlığı ön planda olan bir Türk mü, ırkıyla ve geldiği orta Asya’yla övünen bir Türk mü? Yoksa Anadolu topraklarını kendine anayurt belleyip bu topraklardaki eski uygarlıkları sahiplenen bir Türk mü? Ya da batılı değerleri benimseyen, kendini Avrupa’da konumlandıran laik bir Türk mü?
Bir islam devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, özellikle 2. Meşrutiyet sırasında batıcılık, Osmanlıcılık ve İslamcılık arasında bocalıyordu Osmanlı entelijansiyası. Fransız Devrimi sonrasındaki hızlı değişimlere, aynı coğrafyada yer almasına rağmen Osmanlı gerekli tepkiyi gösteremedi ve uyum sağlayamadı. Gecikmiş bir şekilde, Ziya Gökalp Avrupalılaşmış bir İslam-Türk toplumu hayalleri kurarken, Yusuf Akçura Osmanlıcılık ve İslamcılığı bir kenara bırakıp Türkçülüğün yeni devletimiz için en uygun siyaset olduğunu düşünüyordu. Belki de bir azınlık olarak Rus topraklarında doğmuş olması nedeniyle de Türkiye’de Türkçülüğün geleceğini Gökalp’ten önce kavramıştı. Gökalp kültür ve dini Türk kimliğinin ana unsurları olarak görürken, Akçura ırk ve dil birliğini ön plana çıkarıyordu.
Bu görüşler politik ve entelektüel düzlemde bir mücadele içine girdiler ve Kurtuluş Savaşı sonrasında, kendini batılı değerlere bağlı hisseden, ilerlemeci, laik Türk savaşı kazandı. Evet, Türk olmaya karar verilmişti ama kendini böyle tanımlamak yeterli değildi, bir de gerçekten öyle olmak gerekiyordu. Oysa yıllarca süren savaşlardan sonra Misak-ı Milli sınırları içinde elde kalan, genç erkeklerin büyük çoğunluğunun öldüğü, kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan mesleksiz, cahil bir halktı. Ve onlar Türk olduklarının henüz farkında bile değillerdi.
Yeni Türk kimliğini ‘yaratmak’ gerekiyordu. Kimliğin belli özellikleri olmalıydı ve bu özellikler bir zamk gibi bu halkı birbirine yapıştırmalıydı. Kimlik dediğimiz bir aidiyet duygusuydu aslında. Dile, vatana, yüce ortak bir geçmişe ve ideallere ihtiyaç vardı. Mustafa Kemal kendisine Türklerin atası, Atatürk adını aldı ve Türkü şöyle tanımladı: Bütün dillerin köken aldığı bir dili, Türkçeyi konuşan, tarihteki ilk en büyük uygarlığı yaratmış ve ardından peş peşe birçok büyük uygarlık kurmuş ve vatanı artık Misak-ı Milli sınırları içinde, şehit kanlarıyla sulanmış topraklar olup en kısa sürede de tekrar muasır medeniyetler seviyesine tırmanacak olan laik bir millet.
Bu tanım bir arzunun ifadesi olarak çok hoştu ama pek de gerçeğe uygun değildi maalesef. Misak-i Milli sınırları içindeki toprakları bir vatan olarak sahiplendirebilmek, hedef olarak konulan Batı uygarlığı değerlerinin içselleştirilmesini sağlayabilmek ve yaratılan bu Türk kimliğini benimsetebilmek için belli bir düzeyde bu değerlerin dayatılması gerekiyordu ve bu da uzun süre düşe kalka, devlet zoruyla yapılabildi.
Ama Türk maalesef bu değildi. Bu olmadığımız gerçeği kimse tarafından seslendirilmese de ve aslında seslendirilmediği için, narsistik, öfkeli ve kafası karışık bir toplum doğurdu. Yaptığını iddia ettiği şeyleri yapmamış olan, yapabileceğini iddia ettiği şeyleri yapamayacak olma gerçeğiyle boş boş büyüklenen, hırçın ve kendine durmadan yalan söyleyen bir milletçik.

Yıl 1986. İstiklâl Caddesi henüz trafiğe kapatılmamış. Ferhan Şensoy’un ‘İçinden Tramvay Geçen Şarkı’ adlı oyununun afişi asılı Beyoğlu Pasajı’nın girişinde. Oyun saatleri dışında Ferhat Şensoy zaman zaman nazi subayı kılığında İstiklal Caddesinde dolaşıyor, insanları durdurup nazi selamı verdikten sonra büyük bir ciddiyetle, “Kimlik bitte!” diyor ve insanlar da ceplerindeki ‘Türk’ kimliklerini, sırtında nazi subayı kıyafeti olan birine kuzu kuzu gösteriyorlar.
En özel ve yalnızca bize ait olan kimliğimizi korumayı hiç düşünmeden, sorgusuz sualsiz, sahte bir otoritenin eline teslim etmek ne anlama gelir? Alışık olmayan .ötte don durmazmış, diye bir ‘özdeyişimiz’ var, tam da bu sanırım. Bir kimliğinin olmasına o kadar alışık değil ki bu halk, onu korumayı da düşünmüyor sanki. Kimliği olmasa ne eksilecek ki? Peki neden?
Kolay değil kimliğin ne olduğunu tanımlayabilmek. Irk, etnisite, ulus gibi terimleri de gerçek tanımlarıyla bilmek gerekiyor, genel olarak kimliği ve özelde de kendi kimliğimizi nasıl tanımladığımızı bilebilmek için.
Kim olduğumuza, kendimizi neyle özdeşleştirdiğimize – İngilizce ‘identity’ kelimesi kimlik ve özdeşleşme anlamlarına geliyor -, nereye ve neye aidiyet duygusu geliştireceğimize karar vermemiz ve bunu sahiplenebilmemiz biz ‘Türkler’ için kafa karıştırıcı bir süreç sonrasında oldu. 1000 küsur yılı ve Büyük Selçuklu Sultanlığı ile Rum (Anadolu) Selçuklu Devleti zamanlarını bir çırpıda atlayıp Osmanlı’ya gelmek istiyorum. Bu arada, Büyük Selçuklu Sultanlığı’nda halk Türkçe konuşuyordu ama resmî dil Farsçaydı. Rum (Anadolu) Selçuklular’ın devlet dili de Farsçaydı. Medreselerde Kur’an dili Arapça öğretiliyordu. Tebaa ise Türkçe, Rumca, Ermenice ve Kürtçe konuşuyordu.
Osmanlı İmparatorluğu süresince de insanlar, ne oldukları sorulduğunda, “Müslümanım,” diyorlardı. Yani kimliklerini dinsel aidiyetleri üzerinden tanımlıyorlardı. ‘Türk’ diye Anadolu’daki – doğmak, büyümek anlamına gelen eski Yunanca άνατέλλειν (anatellein) fiilinden türediği düşünülmektedir – cahil, kaba ve göçebe boylara diyorlardı; yani Türk’ün, Türkmen’in Osmanlı’da oldukça olumsuz çağrışımları vardı.
Bu arada Osmanlı, Avrupa’da Türk olarak adlandırılıyordu. Müslüman ve Türk kelimeleri de sık sık birbirleri yerine kullanılıyordu. Onbinlerce, belki de yüzbinlerce insanın katledilmesi sonucu, Araplar tarafından zorla müslüman yapılan Türk boyları savaşçı yapıları sayesinde liderliği zamanla Arapların elinden aldılar. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlı sultanları, hepimizin bildiği gibi bütün İslâm aleminin halifesiydi. Yani Osmanlı sultanları da üst kimliklerini müslüman olarak tanımlıyordu, oysa Orhan Gazi’den itibaren padişahların büyük çoğunluğu müslüman ve Türk olmayan kadınlarla evlenmişti. Yani sultanların damarlarında çok az Türk kanı akıyordu. Dilse Türkçe, Arapça ve Farsçadan oluşan, bugün Osmanlıca olarak adlandırdığımız ve filolojik açıdan ‘dil’ olarak adlandırılması pek de mümkün olmayan bir ‘şey’di. Avamsa, Türkçe konuşuyordu elbette.
İlginçtir, Kaşgarlı Mahmud, 11. yüzyılda kaleme aldığı ‘Divanü Lügati’t – Türk’ adlı eserinde Anadolu’yu ‘Rum ili’ olarak adlandırıyordu. Selçuklular’ın Anadolu’da kurdukları devlet de ‘Rum Sultanlığı’ydı. Osmanlılar da Anadolu’yu Rum ili olarak adlandırmaya devam ettiler. Ama şöyle bir yanlış anlama olmasın, Rum Yunan anlamına gelmez, Romalı demektir Rum. Fatih Sultan Mehmet de Konstantin’in şehrini aldıktan sonra kendini Roma İmparatoru ilan etti.

Kimliği kimlik yapan en önemli özelliklerden biri insanların ortak bir dile sahip olmasıdır. Türk insanının ta orta Asya zamanlarından beri ortak bir dili vardır; Türkçe. Ama Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve ‘gelişmiş, uygar’ devletler karşısında daha güçlü ve kendinden emin bir şekilde dimdik durabilmek için Türkçenin var olması tek başına yeterli gelmemiş, ona başka özellikler, daha ‘yüce’ anlamlar da katılmak istenmiştir.
Bu anlamda, 1930’lu yıllarda Atatürk’ün desteklediği ‘Güneş Dil Teorisi’ ortaya atılmıştır. Ama dilbilimciler tarafından pek rağbet görmediği için kısa sürede önemini yitirmiştir. Atatürk tarafından bizzat yazıldığı hemen hemen kesin olan ‘Etimoloji, Morfoloji Fonetik Bakımdan Türk Dili’ adlı kitap için Sırp asıllı Avusturyalı dilbilimci Hermann Kvergic’in ‘Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi’ adlı 41 sayfalık Fransızca eserden yararlanılmıştır.
Kvergic’in teorisinin ana fikri, “Türk dilinin dünyada esas bir dil olduğu ve dünya dillerindeki birçok kelimenin de Türkçeden türediği”ydi.
Ümmetten millete geçiş aşamasında Batı karşısında kendini aşağılanmış hisseden Türk insanına özgüven aşılamaktı o dönem en önemli amaç ve bu da haklı bir istekti son tahlilde. Ayrıca Atatürk, birazdan daha ayrıntılı olarak üzerinde duracağımız Türk Tarih Tezi’nin desteklenmesi için de bu hipotezin geliştirilmesine ayrıca önem veriyordu.
Türkçenin dünyadaki en eski dil ve dünyadaki diğer dillerin pek çoğu Türkçeden türediği iddiası, daha sonra Sümer dilinin de Türkçeden kaynaklandığı, Sümer yazısının tarihte bilinen ilk yazı ve dilin de Türk dili olduğu yönünde devam etti.
Türk Tarih Tezi de 1930’larda gündeme gelmiştir. 1930 yılında 100 adet basılan ‘Türk Tarihinin Ana Hatları’ adlı eser Türk Tarih Tezi’nin bildirgesi sayılır. Tez, Avrupa medeniyetinin göçler sonucu Asya’dan gelen insanlar tarafından oluşturulduğunu, Yunan bilim, sanat ve felsefesinin bütün pınarlarının da aslında Anadolu’da olduğunu savunur. Tez, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu tezini de savunur. Değişik çağlarda, çeşitli göç dalgaları halinde dünyaya yayılan Türklerin atası da bu halklardır.
Türk Tarih Tezi ırk kökenli değil medeniyet kökenlidir. Anadolu’daki bütün uygarlıkların birbiriyle karıştığını ve birbirini etkilediğini, bu uygarlıkların en önemlilerinden birinin de Türk uygarlığı olduğu tezini işler. Bu anlamda, dünya medeniyetini Yunan medeniyetiyle başlatmak yanlıştır. Anadolu’nun 7000 yıllık Türk beşiği iddiası, Anadolu’daki Türk varlığını Malazgirt Savaşı’ndan çok daha öncelere dayandırır.
‘Türk Tarihinin Ana Hatları’ kitabının yazarlarından Fuad Köprülü 1940 yılında yazdığı bir yazıda bu eserin, “Avrupa tarihçiliğinin Türkler aleyhinde yazılmış temelsiz ve olumsuz düşüncelerine karşı bir tepki olarak ortaya çıkan romantik nasyonalist bir tarih anlayışı” olduğunu ifade eder.
Dünya uygarlık tarihinin kökenlerinin, sadece Hint-Avrupa lisanı konuşan topluluklara atfedilmesine, Türkleri sarı ırka mensup barbarlar – bu arada sarı ırka mensup olmak neden aşağılayıcı bir şey olarak düşünülüyor, o da ayrı bir konu – olarak gösterilmesine bir tepkiydi.
Türk Tarih Tezi’ni Turancılar da hiç beğenmediler, çünkü ırkların üstünde bir ırk olarak gördükleri Türk ırkını değil de kurulan medeniyetleri ön plana çıkarıyordu bu tez. Bu nedenle günümüzde aşırı Türkçü grupların elinde politik bir silah olarak kaldı yalnızca. Ekonomik veya başka nedenlerle bir karşı duruş, bir muhalefet olasılığı belirince hemen hemen bütün iktidarların geçici de olsa sarıldığı bir cankurtaran simidi oldu.
Oysa kimlik edinmek bir Türk için hiç de zor değildi. Çünkü onun zaten bir kimliği vardı. Kimliğin var olabilmesi için gerekli bütün kaynaklara sahipti Türk. Bu topraklarda yaşayan insanların, ister dini inancını, ister seküler yaşam biçimini ön plana çıkarsın, çok önemli müşterekleri vardı. Bu da onları bir arada tutmaya yetecek bir aidiyet duygusu geliştirmelerine olanak tanıyabilirdi.
Bugüne kadar fark edilmeyen ya da göz ardı edilen işte bu müştereklerdi…

Alper Hasanoğlu